Merkez Bankası verilerine göre, mart sonu itibarıyla, özel sektörün yurt dışından sağladığı kredi borcu 177,6 milyar, kısa vadeli kredi borcu (ticari krediler hariç) ise 7,8 milyar ABD doları düzeyinde. 2019 yılsonuna göre uzun vadeli kredi borcu 3,0 milyar, kısa vadeli kredi borcu ise 1,2 milyar ABD doları azalmış bulunuyor.
Uzun vadeli toplam kredi borcunun yüzde 42,4’ünü finansal kuruluşların, yüzde 57,6’sını ise finansal olmayan kuruluşların borcu oluşturuyor. Kısa vadeli toplam kredi borcunun yüzde 76,2’si finansal kuruluşların, yüzde 23,8’i ise finansal olmayan kuruluşların borcu...
Mart sonu itibarıyla, 1 yıl içinde gerçekleştirilecek anapara geri ödemeleri toplamı 45,0 milyar ABD doları seviyesinde.
Tablo maalesef böyle, yurt dışı kredi borçlarının doğurduğu kur zararları (hedge ederek döviz kuru riskinden korunanlar hariç) şirketlerin finansal tabloları üzerinde tam anlamıyla bir "yıkım" etkisi gösteriyor. Döviz kurlarındaki dalgalanmalar öngörülebilirlik ve sürdürülebilirlik açısından şirketleri zorluyor.
Merkez Bankası maalesef özel sektörün yurt dışı borçlanmaları konusunda önlem almakta gecikti. 15 milyon ABD doları ve üzerinde döviz cinsinden borcu bulunan firmaların döviz pozisyonlarını etkileyen işlemleri izlemeye 2018 yılı şubat ayında başladı. Sistemik Risk Veri Takip Sistemi’ni kurdu, yurtiçinden ve yurtdışından sağlanan yabancı para nakdi krediler ile dövize endeksli kredilerinin toplamı 15 milyon ABD doları ve üstünde olan firmalara düzenli "bildirim yükümlülüğü" getirdi. Sisteme girişi yapılan verilerin doğruluk denetiminin de bağımsız denetçiler tarafından yapılmasını sağladı.
2018 yılı ocak ayında yurt dışından ve içinden döviz kredisi kullanımı prensip olarak döviz geliri bulunması şartına bağlanmıştı.
Geç de olsa bu adımlar atıldı, ancak art arda yaşanan seçimler ve daha sonra başlayan Covid - 19 salgını ekonomik krizi derinleştirdi. Özel sektör borç krizine, bütçe açığı sorununu da ekledi.
Şimdi şirketlere kredi pompalayarak sorunu çözemeyeceğimiz noktaya geldik. Bu noktada şirketlerin sermaye yapılarını güçlendirmek zorundayız. Bunu da şirketlere dışarıdan kredi yerine sermaye ve benzeri adlarla nakit enjekte ederek yapabiliriz. (Ana konum olmadığı için detayına girmeyeceğim ama zora düşmüş değerli şirketlerimize kamunun doğrudan veya kamu bankaları aracılığıyla ya da kuracakları girişim sermayesi yatırım fonları ile geçici bir süre için sermaye desteği sağlanması çok ciddi bir şekilde tartışılmalıdır. Bakınız Almanya Lufthansa'yı, Fransa Renault’u kurtarmaya çalışıyor.)
Şirketlerin mali yapısını düzeltmenin bir yolu da ortakları tarafından şirkete sermaye veya başka adlar altında nakit konulmasıdır. Bunun yarattığı bazı sorunlara ve önündeki vergisel engellere kısaca değineceğim.
Öncelikle şirketlerin sermayelerinin korunmasına yönelik düzenlemeleri kısaca açıklamakta yarar var.
Son yıllık bilançodan, sermaye ile kanuni yedek akçeler toplamının yarısının zarar sebebiyle karşılıksız kaldığı anlaşılırsa, yönetim kurulu, genel kurulu derhâl toplantıya çağırmak ve uygun gördüğü iyileştirici önlemleri sunmak zorunda.
Yine son yıllık bilançoya göre, sermaye ile kanuni yedek akçeler toplamının üçte ikisinin zarar sebebiyle karşılıksız kaldığı anlaşılırsa, derhâl toplantıya çağrılan genel kurul, sermayenin üçte biri ile yetinme veya sermayenin tamamlanmasına karar verebilir. Bu kararları vermediğinde şirket kendiliğinden sona erer, yani iflas süreci başlar.
Sermayenin zarar nedeniyle sürekli olarak artırılması, şirketleri bu açıdan bir çıkmaza sürüklüyor. Çünkü sermaye artırıldıkça korunması gereken baz (yani yüzde 50’lik veya üçte ikilik kısım) da büyüyor. Bir anlamda her artırım yeni bir artırımı ateşliyor.
Bu nedenle özellikle zararlı şirketlerde ortaklar sermaye koyma dışındaki aşağıdaki seçenekleri de değerlendiriyorlar. Ancak bu seçeneklerde de vergisel sorunlar var.
Ne sorun var seçenekte, diyebilirsiniz. Bence şirketin özvarlığını artıran bu işlemde bir sorun yok, ancak Maliye’ye göre burada sermaye azaltımı yapıldığından, varsa azaltılan sermeyenin içindeki nakit ve ayın olmayan unsurların vergilendirilmesi gerekiyor. Yani şirkete nakit enjekte edeyim derken vergiye yakalanıyorsunuz!
Zarar sebebiyle yapılan ve şirketten fon çıkışı gerektirmeyen bu tür azaltım işlemlerinde, Maliye azaltılan sermaye içinde yer alan nakit ve ayın sermaye dışındaki kaynakları (yani kar ve sermaye yedeklerini) dağıtılmış sayıyor ve bunlar üzerinden kaynağına göre kurumlar vergisi ve kar dağıtım stopajı ödenmesini istiyor. Hatta kanunda hüküm bulunmadığı halde azaltılan sermayenin öncelikle en yüksek vergileme gerektiren kaynaktan yapıldığını varsayıyor. Nakit çıkışı gerektiren sermaye azaltımlarında dahi tartışmalı olan bu görüşün zarar sebebiyle yapılan ve şirketten nakit çıkışı gerektirmeyen azaltımlarda hatalı olduğunu ve değiştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Nitekim bu konuda açılan davalarda mükellef lehine kararlar çıkmaya başladı.
Zarar sebebiyle ortaklarca şirkete "sermaye tamamlama fonu", "zarar telafi fonu" ve benzeri adlarla konulan kaynaklar, şirket açısından kazanç değil. Bu fonlar aynen sermaye gibi bir özkaynak unsuru. Maliye de uzun süre bu görüşteydi, ancak hiçbir yasal değişiklik olmadığı halde aniden görüş değiştirerek, ortaklarca şirkete sermaye dışında hangi adla konulursa konulsun verilen paraların gelir olduğu yönünde görüş verdi ve vergi müfettişleri incelemelerde bu konuyu eleştirmeye başladı. (Bu şekilde uzun süre istikrarlı bir şekilde uygulanan görüşlerin aniden ve haklı bir sebep yokken değiştirilmesi konusunda Anayasa Mahkemesi’nin son dönemlerdeki içtihatlarını incelemenizi öneririm.) Bu görüşün de değiştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Atıl durumdaki taşınmazların ve iştirak hisselerinin satılarak elde edilen kaynağın işletme faaliyetlerinde kullanılması yoluyla finansman olanaklarının artırılması iyi bir seçenektir. Geçmişte bu işlem nedeniyle doğan kazanç kurumlar vergisinde geçici bir istisna olarak düzenlenmişti, sonra kalıcı hale getirildi. Başlangıçta yüzde 100 olarak uygulanan kurumlar vergisi istisnası oranı önce yüzde 75’e, yakın zamanda ise sadece taşınmazlar için yüzde 50’ye düşürüldü. İştirak hissesi satışlarındaki istisna oranı halen yüzde 75 olarak devam ediyor.
İçinde bulunduğumuz ortamda, geçici bir süre için istisna oranının hem taşınmazlar hem de iştirak hisseleri için yüzde 100’e çıkarılması, şirketlere önemli bir likidite sağlayacak ve sermaye yapılarını güçlendirecektir.
Şirkete nakit girişi sağlamayan ancak mali yapısını düzelten bu işlemin şu an için uygulanma imkânı bulunmuyor. Çünkü sürekli yeniden değerleme uygulaması enflasyon düzeltmesi getirilince kaldırılmıştı. Enflasyon düzeltmesi de sadece tek bir yıl uygulanıp, sonraki yıllarda şartların sağlanamaması nedeniyle uygulanamadığı için aktifteki varlıklar tarihi değerleriyle izlenmek durumunda, yani güncel durumu göstermiyor.
2018 yılında bir defaya mahsus taşınmazlarla sınırlı olarak yeniden değerleme yapma imkânı sağlanmıştı. Yeniden değerleme nedeniyle taşınmazların değerinde meydana gelen değer artışı, bilançonun pasifinde özel bir fon hesabında gösterilmiş ve fona alınan tutarlar üzerinden yüzde 5 vergi ödenmesi öngörülmüştü. Vergi oranının yüksekliği nedeniyle zorunlu olmayan bu uygulamadan çok az sayıda mükellef yararlandı.
Önerdiğimiz uygulama kalıcı bir şekilde ve daha düşük bir vergi oranı (yüzde 1-2 gibi) ile yeniden düzenlenirse, varlıkların güncel değerleriyle aktifte gözükmesi sağlanacak, karşılığında pasife kaydedilecek fon tutarı ile şirketlerin özkaynakları güçlenecektir. Böylece sürekli bir vergi geliri de sağlanmış olur. Ancak benim tanıdığım hiçbir patron varlıkların güncel değeri ile finansal tablolarda yer alması karşılığında düşük de olsa peşinen vergi ödemeyi kabul etmez. Bu nedenle uygulamayı cazip kılmak için değer artışının, ödenen vergi ile orantılı olarak belirlenecek bir kısmının ileride satış halinde maliyet olarak kabul edilmesi düşünülebilir. Eğer değer artışı maliyet kabul edilmeyecekse uygulama vergisiz olarak hayata geçirilmelidir.
Sermaye şirketlerinin nakdi sermaye artırımları üzerinden hesaplanan varsayımsal faizin beyanname üzerinde kurum kazancından/vergi matrahından indirilmesi şeklinde uygulanan bu imkân maalesef etkili bir biçimde uygulanamıyor. Bunda gerek yasal gerekse ikincil düzenlemeler ile getirilen kısıtlamaların çok büyük bir payı olduğunu düşünüyorum. Kısıtlamalar acilen gözden geçirilmeli ve hatta şirkete sermaye olarak konulmasa da ortaklarca konulan (borç niteliği olmayan) tüm nakitler için faiz indiriminin önü açılmalıdır. Bu konuda ilerde daha detaylı bir yazı yazacağım.