Hepimizin bildiği, dert ettiği, maruz kaldığı ve de toksiklendiği “rahatsız-komik” bir mevzudan bahsetmek istiyorum. Derdim beğeniler ya da zevkler üzerinden seçkinlik üretmek değil, ama yerli yersiz çalan müzik artık bıkkınlık verdi…
Mekanlarda, sokaklarda, marketlerde, tuhafiyecilerde, mağazalarda, veteriner kliniklerinde… Müzik sesinin geldiği yer neresiyse –ki her yerden geliyor- ve de bir sebeple orada bulunuyorsanız, bulunduğunuz süre boyunca esirsiniz demektir!..
Örneğin kendini “cool” addeden mahalle kuaförünüz birileri ona, “Burada kuzey cazı iyi gider, dur ben sana benim müziklerden bilgisayarına atayım” dediği için, günün saçma bir saatinde kendinizi Niels-Henning Osted Pedersen dinlerken bulabilirsiniz. Dahası, tırnaklarınızı törpüleyen kızın, “Ayy durun, ben müziği değiştireyim” diye yerinden fırlayıp, süratle Tarkan’a geçiş yapmasıyla, esaretiniz “şenlikli” bir ızdıraba dönüşebilir.
Sıradan bir günde çayınızı yudumlarken, sokaktan gelen “müzik” sesi, bir futbol stadından çıkan tezahürat sesine eşdeğer desibelde rahatlıkla olabilir. Niye mi? Çünkü caddenin aşağısından yukarıya doğru yükselen davul ve zurnanın sesi, deve üstünde bir gelinin, yanında yürüyen damadın, etraflarını saran zevkten dört köşe tam tekmil düğün ekibinin “neşeli gürültüsü”dür ve İstanbul’un orta yerinde develerle Beşiktaş yokuşundan çıkıp öğretmen evinde düğün yapmak çok havalıdır!
Asansörde barokla boğulmak!
Bizim coğrafyamızda asansör müziğinin yeri, yurdu ve yaptığı bambaşkadır. Çünkü her yerde çıkabilir karşınıza! Sınırı yoktur. Müzik işini çözememiş, “Karışık bir şeyler çalsın” diye kimin nereden bulup çıkardığına akıl sır erdiremediğim, niyetiyle yarattığı etki tarifsiz olan bir türdür bu… Sizi kasvetin ve boğuculuğun içine sürüklerken; klasik mi, barok mu yoksa caz mı olduğunu asla anlayamayacağınız bir müzikal yolculukta iliklerinize kadar kötü hissettirir.
Bir diğer lüzumsuzluk belki sizin de dikkatinizi çekmiştir: Uçaklardaki müzik. Bütün havayolu şirketleri aynı olmasa da, bazılarında kalkış ve inişlerden sonra mânâsız bir müzik girer devreye. Öyle bir müziktir ki o, yolcularına sayısız türbülans atlatıp yere kavuşturan pilotun “minik, tatlı” bir armağanı gibidir. Korkudan adrenalini tavan yapmış yolculara karaya kavuştuklarında, “İşte indik, bakın, ölmediniz” der gibi, olabilecek en sinir bozucu sakinliktedir.
Restoran ve barlarda ise esas problem müziğin ya çok ciddiye alınmasında ya da hiç ciddiye alınmamasında galiba. Ciddiye alındığı sanılan mekanlarda, çağrılan DJ’lerin ne çaldıklarından çok, sesi, bası, tizi kısan veya açan biri muamelesi görmelerinden anlıyoruz ki konu müziğin niteliğinden çok uzakta bir yerde. Tabii burada yerli ve yabancı DJ diye de ayırmak lazım ama o da başka bir yazının konusu olsun.
Birtakım kurumsallaşmış işletmelerin bu konuyu profesyonellere devrettiğini duyuyoruz. Bu işi yapan, yani mekanlara müzik öneren/tasarlayan ve çok başarılı olan firmalar var artık. Ancak hepsi değil. Müzik tasarım şirketlerinin elinden çıkma, “instore müzik” denen şey alışveriş yapan insanların alışveriş isteklerini artırmaya yönelikse, bazılarında sorun var gibi. Çalan müzik pozitif etki yaratacaksa, -ki pozitif etki doğru ve uygun müzik seçimi anlamına geliyor olmalı- büyük bir alışveriş merkezinin orta yerine bir piyano yerleştirip, önüne de onu çalan birini oturtmanız şahane, ama piyanodan teneke sesi çıkıyor ve yanındaki vokalist iç kıyıyorsa, pozitif etki diye bir şey kalmaz.
Mekanlarda kendi playlist’inizden veya radyodan yayın yapacaksanız; uygun olup olmadığını bilmeniz şart. Yoksa müziği açmayın. Bu kadar basit. Sevdiğiniz müziği gidin evinizde dinleyin. Markanızın taşıdığı değerlerle çaldığınız müziğin değerleri örtüşmek zorunda.
Bir markette en çok dinlenenler listesi işe yarıyacaksa, bir kuaför salonunda aynı liste çalışmayabilir. Her şeyin üzerinde “organik” yazan bir dükkanın ne kadar “organik” olduğunu içerdeki müzik yayınından anlayabilirsiniz mesela. İnceden akustik tınıların duyulduğu, hatta müzik çalmayan ve üzerinde organik yazmayan çiftlik ürünleri satan marketleri şahsen öneririm!..
Bir de günün her vakti doğru müziğin çalması diye bir şey var gerçekten de. Yani mekana hangi saatlerde kimlerin (yaş grubu, cinsiyet, alışkanlıklar vb) girip çıktığını, mekan sahibinden daha iyi kim bilebilir ki. O zaman kendi mood’unuza göre değil, belli bir rotasyon prensibinde farklı tür ve ritimlerde çaldırabilirsiniz müziğinizi. Ölçüsüz rotasyonda çalan -sık aralıklarla aynı parçaların dönüp durması gibi- yüksek volümlü müziğin müşteriler şöyle dursun, çalışanlara nasıl tesir ettiğini düşünmek bile istemiyorum!..
Aslına bakılırsa umuma açık yerlerde veya mekanlarda illa müzik çalacaksa, “nötr” müzik çalsın. Asansör müziği gibi karaktersiz ve ruhsuz olmak zorunda da değil.
Tarifi ise çok basit: İnsan uğultusunu bastıracak, baskı kurmayacak, nostalji toplarına çok fazla girmeden iyi hissetirecek…