Pek çok siyaset bilimci, sosyolog ve gazeteci post-korona döneminde, hükümet sistemlerinin nasıl dönüşeceği üzerinde çeşitli öngörülerde bulunuyorlar. Bir milyon yedi yüz elli bin yıllık bir tarihi içinde insanlık, -bilebildiğimiz kadarıyla- sayısı çok da fazla olmayan çeşitli yönetim biçimlerini tecrübe etti. Mevcut ortamda ise elimizde kalan ve üzerine tartıştığımız demokratik ve totaliter rejimler dışında çok fazla seçenek yok. Ülkelerin, yaşadığımız Covid-19 pandemisiyle mücadele etme biçimleri ve devleti yönetenlerin tutumları, salgınla mücadelede hangisinin daha etkili olduğunu anlamamızı zorlaştırıyor.
Bana kalırsa, özellikle 20. yüzyılda küresel ölçekte cümle âleme büyük zararlar veren dünya savaşları ile derdest olan binlerce yıllık idealler, felsefi görüşler ve ideolojiler üçüncü kez sınanmakta. Sadece bir yüzyıl içinde üçüncü büyük sınama! Ama sanki bu defa bir faux sınama. Bu sınavdan, demokratik ulus devletlerin mi yoksa totaliter rejimlerin mi geçeceği henüz bilinmiyor.
Şu anda geleceğe dair projeksiyonlardan önce, mevcut tutum ve stratejilerin derinlemesine ve karşılaştırmalı olarak incelenmesi daha önemli diye düşünüyorum. Bu karşılaştırma ise siyasi ve iktisadi açılardan olduğu kadar sosyolojik, kültürel ve post-hümanist açılardan da yapılmalı. Yani, salgınla mücadelede üretilen politikalar ve atılan adımlar toplumlar tarafından nasıl algılanıyor; bunların ekolojik etkileri neler; sistemin dinamikleri var olan kapitalist, komünist ya da yeşil sermayenin bilim, teknoloji ya da medya araçlarıyla nasıl yeniden üretiliyor, bunlara odaklanmak gerek.
Ben de buradan hareketle, kısaca dünyanın çeşitli yerlerinde Covid-19 ile "mücadelede" devletlerin nasıl otoriter adımlar atabildiklerini irdelemek istiyorum. Bu irdelemeyi, İnsan Hakları İzleme Derneğinin haftalık raporlarını ve referanslarını izlek olarak alarak yapacağım. Kısaca, mücadele edilen, virüs salgını mı yoksa iktidarların konsolide olmasını önlemeye çalışan karşı güçler mi sorusuna, küresel bir "Yeni Karanlık Çağ" siyasetini, "covi-totalitarizmi" kavramsallaştırarak cevap bulmaya çalışacağım. Cevaplarımı ise eleştirel düşünme becerilerinden yararlanarak yapılandıracağım.
İlk olarak, dünyanın çeşitli yerlerinde iktidarların uygulamalarından örnekler verelim. Aslında bunların ne kadar benzer olduğunu görmek, ortak zihniyeti deşifre etmek için önemli bir adım.
Macaristan ile başlayabiliriz. Bilindiği gibi, Macaristan'da Viktor Orban'ın başkanlığındaki Fidesz hükümeti, otoriter uygulamaları nedeniyle Avrupa Birliğinin sık sık uyardığı bir ülke. ABD gazetelerinden Huffpost muhabiri Nick Robins-Early, aşırı sağcı lider Viktor Orban'ın Covid-19'u, kendi siyasi gücünü artırmak için bir araç olarak kullanabileceğini belirtiyor. Geçtiğimiz Pazartesi günü meclisten geçen yasal düzenleme; hükümete, sınırsız süre OHAL kararı alma, kanun hükmünde kararname çıkarma, "dezenformasyon" nedeniyle vatandaşları beş yıla kadar hapse atma ve seçimleri askıya alma gibi yetkiler tanıyor. Orban'ın bu yetkisi, dünyadaki diğer otoriter devletler için de örnek teşkil edebileceğinden, bu düzenleme, insan hakları örgütleri tarafından endişeyle izleniyor. Zira mahir bir popülist olan Orban'ın geçmiş uygulamaları, Avrupa Birliğini endişelendirmek için fazlasıyla yeterli: Ana akım medya kurumlarının, hükümete yakın iş insanları tarafından satın alınması, yargının etkisizleştirilmesi, Macar kültürü ve tarihi kurumlarının aşırı milliyetçi ideolojilerle bezenmesi; yeni verilen yetkilerin sadece korona virüsle değil demokrasi ve insan haklarına karşı da bir "mücadele" olacağı yönünde öngörüleri güçlendiriyor. Daha önce de "düşmanlara" karşı vatanını müdafaa eden bir önder profili çizen Orban, liberallere, Müslümanlara, Avrupa Birliğine ve George Soros'a karşı mücadele ettiğini dile getirmişti. Dolayısıyla yeni yasayı da aynı şekilde kendisine karşı olan grupları "düşmanlaştırmak" adına kullanmaması için bir sebep görünmüyor.
New York Times yazarı Selam Gebrekidan, 30 Mart tarihli makalesinde, Covid-19 pandemisi gibi salgınlarda ya da insanların kitlesel olarak hayatını tehdit eden durumlarda nasıl uygulamalar yapılacağının uluslararası anlaşmalarla belirlenmiş olduğunun altını çiziyor. Sınırların kapatılması, enfekte insanların gözetimi ve karantina uygulamalarının nasıl yürütüldüğü ya da bunların ötesinde ne gibi "önlemler" alındığı, bu anlaşmaların kâğıt üstünde kalıp kalmadığını da gösteriyor.
Birleşmiş Milletler Özel Raportörü Fionnuala Ni Aolain, Covid-19'a eşlik eden "otoriter ve baskıcı önlemlerden oluşan paralel bir epidemi" yaşanabileceğinden bahsediyor. Örneğin, Güney Kore, Çin, İsrail ve Singapur'da alınan bir dizi baskıcı önlem, virüsün yayılmasını azalttığı için uluslararası kamuoyu tarafından gıptayla karşılanabiliyor. Mesela, İsrail'de başbakan Binyamin Netanyahu, milli istihbarat teşkilatına, vatandaşların izolasyon kurallarına uyup uymadıklarını kontrol etmeleri için, terörizmle mücadelede kullanılan telekomünikatif istihbarat araçların kullanım yetkisini verdi. Buna göre, cep telefonlarından izlenen vatandaşlardan izolasyon kurallarına uymayan olursa altı aya kadar hapis cezası alabilecek. Ayrıca Netanyahu, yargının da faaliyetinin durdurulmasını sağlayarak, bir bakıma hakkında açılmış ve kendisini koltuğundan edebilecek davaların da görülmesini geciktirmiş olacak.
Daha önce ülkesinin anayasasını "tuvalet kâğıdına" benzeten Filipinler lideri Rodrigo Duterte de kendisine geniş yetkiler verilen bir başka devlet başkanı. Pandemiyle mücadelesinde harcaması için emrine 5.4 milyon dolar verilen Duterte, istediği takdirde özel işletmeleri devlet bünyesine katabilecek.
Bir diğer örnek, Ürdün başbakanı Omar Razzaz. Razzaz, bir "savunma yasası" çıkartarak "söylentilerle" ve "yanlış haberlerle" halkı paniğe sokanlar hakkında işlem yapılacağını belirtti. Razzaz'a benzer şekilde, Tayland başbakanı Prayuth Chan-ocha da aynı yetkiyi gazetecilere baskı aracı olarak kullanıyor.
Uluslararası Kar Amacı Gütmeyen Hukuk Merkezi'nden Douglas Rutzen, bu gibi olağan dışı dönemlerde yürürlüğe giren kanun hükmünde kararnamelerin kolayca çıkartılabileceği ancak iptallerinin bu kadar kolay olmadığı konusunda sivil toplumu uyarıyor. Örneğin, Şili hükümetinin, "felaket hali ilanı" ile uzun zamandır kitlesel ayaklanmaların yaşandığı caddeler uzun bir süre salgın gerekçesiyle askerlere kalacak gibi görünüyor. Ya da İsrail devleti, vatandaşların cep telefonlarını takip ediyorken; ABD, acil durumlarda duruşma olmaksızın vatandaşların gözaltına alımını tartışmaya başladı.
Güneydoğu Asya'da da bu tarz korona odaklı acil durum yasaları ve olağanüstü hal ilanları insan hakları bağlamında endişe verici. Kamboçya, Tayland, Filipinler, Myanmar ve Hindistan muhalif sesleri bastırmak için bu yasaları etkili bir şekilde kullanıyor.
Spesifik olmak gerekirse, Kamboçya'da 2017'de Anayasa Mahkemesi tarafından lağvedilen muhalefet partisi, Ulusal Kurtuluş Partisi, üyeleri başta olmak üzere yüzü aşkın kişi "yalan" haber yaymak nedeniyle gözaltına alındı. Myanmar ve Tayland'da, ülkelerinde alınan önlemlere karşı sosyal medyada eleştiride bulunanların tutuklanması giderek olağanlaşmakta. Filipinler'de de yüzlerce insan Manila'da karantina kuralları ve sosyal mesafeye uymadıkları gerekçesiyle gözaltına alındı. Mart ayı itibariyle Filipin adalarında ordu ve polisin vatandaşlara müdahaleleri gözle görülür bir şekilde arttı. Griffith Üniversitesi'nde otoriter rejimler uzmanı olan öğretim üyesi Lee Morgenbesser, bu gibi uygulamaların devlet yöneticilerinin mevcut güçlerini konsolide ettiğini belirtiyor ve salgının, konuşma özgürlüğünü daha da kısıtlaması bakımından elverişli bir kaynak olduğunu sözlerine ekliyor.
Popülizmin sürdürülebilirliğinin en temel besinlerinden olan kriz ortamı bu nedenle "Yeni Karanlık Çağ"da küresel ölçekte çok elverişli bir fırsat sunuyor devlet liderlerine. Popülist kriz yönetimleri, otoriterleşmenin önemli stratejik anahtarlarından biri. Popülizmin lider kültü etrafında kutsallaştırılması ve ulusal ölçekte stratejiler yerine, ritüellerle durumu kontrol altına alma ya da ruhani arınma, Hindistan ve Türkiye gibi ülkelerde halkın belirli saatlerde alkışlayarak, tencere tava ile gürültü çıkararak sağlık çalışanları ile dayanışması ya da pandemiye karşı "özelleştirilmiş ibadet" gibi örneklerde vücut buluyor. Öğretim üyesi Bilge Yabancı'nın da belirttiği gibi Covid-19 "ritüel üzerinden temaşa toplumu yaratmak" üzerine kullanılan bir araç sanki.
Güney Afrika'da da yukarıda bahsedilen ülkelere benzer şekilde, insanları evlerinde tutabilmek için ordu ve polis kuvvetleri kullanılıyor. Sibusiso Amos isimli bir vatandaşın, bir tavernada polisle tartışması sonrası evinin verandasında öldürülmesi ya da askerlerin sokakta vatandaşlara karşı uyguladığı şiddet içeren videolar buna örnek olarak verilebilir. Güvenlik Bakanı Bheki Cele'nin yaptığı açıklamaya göre, yaklaşık bin kişi sokağa çıkma yasağına uymadığı gerekçesiyle tutuklanmış durumda. Bakan, bunun doğal olduğunu ve bu şekilde hareket edenlerin tutuklanmaya devam edeceğini açıkladı. Lakin polisin sokağa çıkma yasağına uyanlara ya da evsizlere karşı da sert ve keyfi şiddet uyguladığı, Twitter gibi sosyal medya kanallarındaki videolarda açıkça görülüyor. Güney Afrika'da olduğu gibi, Ruanda'da iki kişinin sokağa çıkma yasağına uymadığı için polis tarafından öldürülmesi de bu duruma örnek teşkil etmekte.
Bir başka somut örneği belki de Malawi'de görebiliriz. Malawi devlet başkanı Peter Mutharika, Temmuz seçimlerini kaybedecek gibi görünüyorken, Covid-19 pandemisi imdadına yetişti. Son bir yıldır ülkede mevcut yönetime karşı yapılan halk ayaklanmaları sonrası koltuğu sallanan Mutharika, pandemi ilanı sonrası Mart ayının ortalarında hükümeti dağıtıp kendisine "sadık" vekillerden oluşan yeni bir kabine kurdu. Birkaç gün içinde ise ordunun başkomutanını görevden aldı. Bu, halk ayaklanmaları sırasında polis şiddetine karşı halkın yanında yer alan ordu için şaşırtıcı bir karar değil. Mutharika, ülkede "ulusal felaket" ilan ederek böylesi bir durumda anayasanın kendisine verdiği geniş yetkileri de kullanabilecek. Bu yetkilerin kullanımı, birkaç ay öncesine kadar dünyanın pek çok demokratik ülkesinde kınanacak bir durumken şu anda onlarca demokratik devlet tarafından bizzat bunların kullanılması, otoriter rejimlerin uygulamalarına meşruiyet vermesi bakımından önemli. Gine devlet başkanı Alpha Condé'nin anayasa referandumu yapılmasını istemesi de Malawi'deki uygulamalardan farklı görünmüyor. Bu tarz olağan dışı bir ortamda, Condé'nin, referandumun yetkilerini genişletecek ölçüde değişiklik yapabilmesi için kullanılacağı aşikâr. Tanzanya'da ise başkan John Magufili'nin, korona virüsün kiliseye giremeyeceğini söyleyerek halkı ibadete devam etmesi yönünde telkin etmesi ve bunu eleştiren medya çalışanlarını işten attırması, çağdaş siyasal salgın olarak tanımlanabilecek "covi-totalitarizme" bir başka örnek.
Nijerya, Zimbabwe, Kenya ve Gana gibi ülkelerde ise kilise liderleri hükümetlerin uygulamalarını geçerli kılabilmek için halkı ikna etmeye çalışırken din ve devlet işleri daha çok birbirine karışmış durumda. Boko Haram'ın 47 Nijeryalı ve 92 Çadlı askeri öldürmesi ya da İslam Devleti'nin Mozambik'te Mocímboa da Praia'da göndere kendi bayraklarını dikmesi aşırı grupların da salgını araç olarak kullanabildiğine işaret etmekte.
Bangladeş, Hindistan, Myanmar ve Etiyopya'da internet erişiminin kısıtlanması ya da tamamen kaldırılması da şeffaflık ve bilgiye erişim hakkının ihlali konularında oldukça düşündürücü. İronik bir şekilde, Burundi devlet lideri Pierre Nkurunziza ise salgınla mücadelede ülkesinin "istisna" olduğunu dile getiriyor "çünkü ülkemiz, ilk sıraya Tanrıyı koyan bir ülkedir" diyerek ne gelen uluslararası yardımları kabul ediyor ne de salgına dair herhangi bir veri paylaşıyor. Bu da topyekûn salgınla mücadele ve salgının reddiyesinin aynı siyasal motivasyonla yürüdüğünü gösteriyor.
Son olarak, Yunanistan'da mültecilerin tutulduğu kamplarda hijyen ve sağlık kontrolü olmaması ya da Nijerya'da "akıl hastalarının" birbirlerine zincirlenerek bir arada tutulması, burada yaşayan insanların su ve sabun gibi en basit temizlik araçlarından mahrum kalmaları utanç verici. Suriye'nin kuzeydoğusunda ise Allouk su istasyonunu kontrol altına alan Türkiye güçlerinin, el Haseki bölgesinde yaşayan 450 bin insanın su erişimini engelleyecek şekilde suları kesmesi salgınla mücadelede en önemli araçlardan birine pek çok insanın erişememesi demek.
Yukarıda, dünyanın birbirinden farklı coğrafyalarından devletlerin nasıl otoriter adımlar atabildiklerini belirttim. Buradan yola çıkarak, küresel mücadele, Covid-19 salgınından ziyade, iktidarların güçlerini artırmada en büyük engel olarak görülebilecek temel haklarla yapılıyor gibi duruyor. Kaldı ki, gerek ulusal gerek uluslararası kurum ve kuruluşlar şu anda salgının durdurulması uğruna tıp, biyokimya, istatistik ya da eczacılık alanlarının ekonomi politiği üzerine en ufak bir eleştiriye tahammül edemez görünüyor.
Özetle, "Tanrı-insan" olarak bireyin, evrenin merkezinde yer aldığı bir dünya görüşünde, "covi-totalitarizm, devletlerin girişte bahsettiğim üçüncü sınamaya zaten kopyayla girdiğini gösteriyor bence. Eleştirel düşünme becerileri (aşağıda italikle belirtilen kelimeler, kusurlu [flawed] argüman çeşitleridir.) üzerinden gidersek aslında, Covid-19'un üst solunum yollarını etkileyen bir virüs olmasının ötesinde, halkların insanca yaşama haklarını etkileyen ideolojik bir salgın olduğu görüşündeyim. Yukarıda ismi geçen devletlerin yetkililerinin aldıkları önlemlere dair ortaya attıkları argümanlar ya da gönderdikleri sosyal medya mesajları analiz edildiğinde virüsün yayılması ile alınan önlemler arasında kurulan korelasyonların önemli bir kısmının yanlış/hatalı korelasyon olduğu açık. Her ne kadar "eğer sokağa çıkmazsanız, hastalığın hızı kesilir" ("A olmazsa B gerçekleşmez" önermesi), bu argümandaki gereklilik şartını yerine getiriyor gibi görünse de yeterlilik şartını ("Eğer bu doğruysa, şu da doğru olmalı" önermesi) yerine getiremiyor. Bir argümanın geçerli ve güvenilir olması için elzem olan gereklilik ve yeterlilik ne yazık ki salgınla küresel/ulusal mücadelede tatmin edici değil. Sokağa çıkmayla ilgili önerme, "Kuşların kanatları vardır. Bu nesnenin de kanadı var. O halde, bu bir kuştur." önermesiyle mantık olarak neredeyse aynı. Kanadı olmayan kuşlara ne olacak mesela? Ya da bunun kuş olması için sadece kanatları olması yeterli mi? Yaşayan bir canlı olması, tüyleri olması ya da bir kuş DNA'sına sahip olması gibi yeterli şartları da taşıması gerekmez mi? Kanadı varsa da bu bir uçak olamaz mı? Benzer şekilde sokağa çıkma yasağı üzerine yapılan açıklamaları yeterlilik açısından yukarıdaki sorulara benzer şekilde sorguladığınızda cevaplar tatmin edici olmaktan uzak.
Hatta biraz daha ileri gideyim. Devlet yöneticilerinin ve toplumların kitle iletişim araçlarıyla hızla yaydığı bilgiler, korkunç bir yanlış analoji denizine atmıyor mu herkesi? Bir virüs, aynı semptomlar, aynı söylemler. Yapılan karşılaştırmalar ne kadar doğru bu ortamda? "İbadet yerleri açık kalmalı. Allah kulunu esirger. Bakın, gavur Avrupa'ya hepsi kırılıyor." ya da sigara sanki virüsten daha az tehlikeliymiş gibi "en çok sigara içenleri etkiliyormuş" şeklinde yanlış bir analoji otoriter uygulamaların inandırıcılığını ve meşruiyetini de artıracaktır elbet. Üzerine bir de "o eski ülke değil burası", "muhakkak ki", "elbette", "doğal olarak", "açıkça görülüyor ki" gibi kalıplar eşliğinde deflektif bir dil kullanımıyla; "hepimizin de bildiği gibi", "herkesin katılacağı gibi" cesaretlendirici bir komplisit söylemle ve "aklı başında her insan . . . " gibi dışlayıcı kalıplarla konuşmalar yapıldığında "covi-totalitarizmi" iki dirhem bir çekirdek giydirmiş olursunuz. Konuşmanıza emotif bir üslup da eklediğinizde, aslında tüm argümanınızın büyük bir sürçme ya da kâğıttan kale olduğunu saklayabilirsiniz. Totoloji yaptığınızın kimse farkına varmaz. Yani, düşünen birey zokayı yutacaktır. Ama eleştirel düşünenler değil.
Covid-19 salgını insan sağlığı açısından önemli bir tehdit elbet. Mücadele şart. Ama "covi-totalitarizm" bence önümüzdeki yılları da etkileyebilecek daha büyük bir tehdit.