"Son ağacı kesen kişi, bunun son ağaç olduğunu görebiliyordu. Yine de o ağacı kesti. İşte endişe verici olan budur; insanoğlunun açgözlülüğü sınırsızdır; bencilliği genlerinde, doğuştan gibidir. Bencillik hayatta kalmaya, başkalarını düşünme ise ölüme yol açar; bencil gen kazanır. Ancak, sınırlı bir ekosistemde bencillik, dengesiz nüfus artışına, soyun çöküşüne, ve nihayetinde yok oluşa götürür." - Paul Bahn-John Flenley, Easter Island, Earth Island
Gündem tek bir günün taşıyamayacağı kadar ağır.
Cizre’den sonra Silvan ve Nusaybin de abluka altında. Tanklar konvoy olmuş Nusaybin sokaklarında, videolarda top tüfek sesleri kesilmiyor. ‘Henüz’ harabeye dönmedi şehir, Cizre gibi dikkat çekemiyor; ya da yorulduk.
Düşünün; Haziran’dan bu yana, yani 69 günde 21’içocuk 96 sivil can verdi…
Adeta bir soykırım … Gelen vuruyor giden vuruyor Suriye’yi. Şimdilik Rusya’nın sırası; İran da sıraya girdi.
Yankısı henüz bize vurmadı ama dış basında şu soru soruluyor: 30 Eylül 2015, 3.Dünya Savaşı’nın başlangıcı mı?
Henüz bilmiyoruz. Öyle düşünmek istemiyoruz.
Ve bir tufan; çaresizliğe tutsak sığınmacı seli Avrupa kıyılarını vuruyor. Yunuslar gibi ölüyor çocuklar.
Aylan fazla geldi bize, peşinden Bodrum’da kıyıya vuran kızı göremedik; o sırada Cizre’de bizim çocuklar ölüyordu, ya da belki tükendik. Onlardan öncekiler de vardı ama bizim kıyıya vurmadılar, Libya’da görüldü onlar. Oysa eskiden farklıydı… Biz yedikçe aç kalır, Afrika’da ölürdü çocuklar. Biz onları görmezdik.
Hayatta kalanları düşünüyorum; acaba daha şanslılar mı? Bunca şeyden sonra bu çocuklar ne yaşamaz, ne yaşar.
Yerel gündem öyle yoğun ki, sürmenaj olur insan; her gün postayı açtığımızda “yardım et”, ”sana ihtiyacımız var” diye bağıran kampanyalarla didiklenen vicdanımız ve bültenleri okuyunca sağdan soldan kroşe yiyen aklımızla ucube restorasyonlar ve turizme yakılan binalara tasalanmaktan, küresel ısınmayı konuşacak halde değiliz.
Beş yıl kadar önce bir makale okumuştum. Avustralyalı mikrobiyoloji profesörü Frank Fenner küresel ısınma konusundaki söyleşisine; “Karamsar konuşmak istemiyorum, çünkü insanlar halen bir şeyler yapmaya çalışıyor, fakat şu anki durum geri döndürülebilir değil.” diye başlıyordu. Küresel ısınmanın etkilerini henüz yaşamaya başlamadığımızı, ilkim değişikliğinin sadece bir başlangıç olduğunu söyleyerek etkilerin çok ani ve dramatik olacağını ve insan neslinin 100 yıla kadar tükeneceğini öngörüyordu.
Fenner’in çıkış noktası Easter Adası’nda bulunan yosun fosilleriydi. Organizmanın bugünkü davranışını inceleyerek Ester Adası’nda küçük ölçekte yaşanmış olan felaketin küresel ölçekte yaşanacağını öne sürüyordu.
Nihayet NASA da baklayı ağzından çıkardı; 2020’de Lanister-B Buzulu tamamen eriyecek. Lakin ağzı tamamen boşaldı mı? Onu bilemiyoruz.
İnkar; en ciddiye alınacak imleçtir; ne zaman varsa orada duraksamak gerek. Tahmin ediyorum korku, çaresizlik ve tembellikten ileri geliyor; emin olduğum hazır olunmayan hakikate karşı geliştiği.
Veya belki de kapı eşiğinde konuşmaktan miras kaldı bize yumurta kapıya dayandığında konuşmak; malum, öyle severiz. Fakat galiba artık uzun menzilli görmeyi öğrenmeliyiz.
Tufan; bizim kıyıları da vurur mu? Bizler de tufan olur, kıyıya vurur muyuz? Dış basında sığınmacı krizine paralel olarak, bunlar da konuşuluyor.
Ufukta yeni bir iklimsel sığınmacı krizi var. Öyle çok da uzak değil; Tuvalu; Pasifikteki en yüksek ülke; 5 metre kadar battı bile. Her geçen gün biraz daha yükseliyor su; yükselişi hızlanarak artacak.
An itibariyle Pasifikteki atoller ve kıyıların en yükseği en geç 50 yıla kadar sular altında kalacak. Ada devletleri yok olacak.
50 yıl uzun gelmesin; 5 yıl gibi sayın siz onu, karalar batacak hale gelene kadar mevsimler yaşanmaz hale gelir, o zaman göçer insanlar.
Pasifikten yaklaşık olarak on milyon nüfus göçecek, hatta göçmeye başladı. Yeni Zelanda kapılarını açıyor onlara, Avustralya açmıyor.
Daha savaş sürgünleri yer bulamazken iklim sığınmacılarının hukuku nasıl düzenlenecek? Devletler batarken batmayanlar nasıl yapılanacak?
Öte yandan küresel finans çöktü, mevcut durumda öngörülen bir çözüm yok; böylesi bir krizde insanlık hayatta kalırsa, acaba nasıl geçinecek?
Sistem çöktü.
Belki on yıla kalmaz iklim şartlarından biz de göçeriz, kim bilir? Ortadoğu ve Afrika gibi Türkiye ve Avrupa da Ekvator kuraklık kuşağında yer alıyor. 2050 gibi, Dünya dört derece daha ısındığında Bu topraklar kuruyacak ve yaşanmaz olacak.
Pek ihtimal yok, ama eğer göçmezsek bizim topraklar şanslı demek; o vakit Suriye’nin yalnızca halkı değil, kaderi de bize göçecek. Mesele yalnız yeraltı zenginlikleri ile sınırlı değil; enerji; en doğal anlamında; yani güneş ve yağış, yani yaşam, paylaşılamayan bir zenginlik bugün. Geçmişte su için elverişli Mezopotamya Yeni Dünya’nın güneş enerjisi tarlaları olacak. Her şekilde tehlikedeyiz.
Antartika 5 seneye buzuldan arınacak, Güney küre kurudukça bu topraklar yaşanır olacak; ABD ve Rusya bölgeyi paylaşamıyor.
Dünyanın her bir yanında çatışma var, her yerden kıyamet sonrası fotoğrafları geliyor. Nüfusu yokluk eşiğine getirme pahasına, hiç de imkansız değil savaş, hatta neredeyse yeğ. Belki de bu savaş senin benim değil, sana banadır; yaşama, insanadır; bazen böyle düşünüyorum.
Orman yangınları, depremler, tufanlar, volkanik patlamalar; yerkürenin her bir yanından alev yükseliyor. Yalnızca Mayıs ayında, on gün içerisinde, Pasifik’te sekiz yanardağ harekete geçti; ikisi aynı gün Japonya’da; 8,5 şiddetinde bir deprem eşliğinde.
Putin’in nükleer danışmanı ona, ‘olası nükleer tehdit durumunda Japonya’daki Yellow Stone Yanardağı’nı hedef almasını’ salık vermiş. Ne kolay.
Fukushima sonrası radyoaktif sızıntı ABD kıyılarına ulaştı. Japonya’da kıyıya vuran yunusların otopsisinde, akciğerlerde radyoaktiviteye bağlı iskemi tespit edildi. Pasifikte canlı hayat yok oluyor.
“Okyanus Çöktü” isimli kitabın yazarı denizci Ivan Macfadyen şöyle anlatıyor:
“Su kuşları ve diğer kuşlar, Japonya’ya yaklaştıkça hepsi gitmiş, artık orada değiller… Herşey gitmiş, tıpkı ölü bir denizde seyreder gibi, hiç bir şey yok… Ölmüş… O sebeple kurdum o cümleyi (Okyanus çöktü); binlerce mil boyunca hiç bir şey yok. Ne kuş, ne balık, ne köpekbalığı, ne yunus, ne kaplumbağa, hiç birisi orada değiller, tüm o güzel yaratıklar, hepsi kaybolmuş… Bir balina gördük, yaklaşık olarak Japonya’nın 1000 mil açığında… Büyük bir ur gibi, sırtüstü yatıyordu yüzeyde, can veriyor gibi görünüyordu, kaçmaya çalışmadı, kuyruğunu çırpmadı, hiçbir şey yapmadı… Bu beni çok etkiledi, yalnızca bundan söz ederken bile ağlamak istediğimi hissediyorum.”
Her biri ayrı bir yazı konusu, eski zaman birimiyle bir yıllık bülten eder. Ama aslında konu aynı; insanlığın yaşamakta olduğu savaşların ve krizin sebepleri ve sonuçları bunlar. Ne dünyayı, ne birbirimizi, ne de kendimizi sevemedik.
Dümen kırmak zorundayız. Başka bir yere bakmalıyız.
Toprağa yönelmek iyi fikir mesela; her nerede olursak yaşayabileceğimiz sade bir yaşamı öğrenmek iyi fikir; ruhen ve fiziken kendimize yetmeyi öğrenmek iyi fikir. Yoksa Ağustos böceğinin kaderi bizi bekliyor.
Tüm bunlar olurken Stephen Hawking, dünya dışı varlıklar’ın varlığının ‘matematiksel olarak’ kabul edilebilir olduğunu söyledi. Bu varlıkların “göçebe” tabir edilen bir kısmının yaşam alanlarını tükettikçe uygun bir gezegen arayışında olabileceklerini ve eğer dünya onlar için uygun olacaksa, bu durumun dünyanın işgali ile sonuçlanabileceğini öngörüyor. Hiç yabancı gelmedi.
İnsan düşünmeden edemiyor; yoksa dünya dışı varlıklar içimizde mi?