Bu kez otobüse gece değil de, sabah erken saatlerde biniyoruz. Otobüse binmeden önce biraz alışveriş yapıyor, yanımıza birkaç portakal ve elma alıyoruz. Çok yürüdüğümüz için vitamine ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz. Elmaları otobüste yiyoruz.
Otobüs iki katlı ve biz üst katta, en ön sıranın hemen arkasında oturuyoruz. Sağ tarafımızda daha sonradan Alman olduklarını öğrendiğimiz genç bir çift var, önümüzde ise Şilili bir çift oturuyor.
Bir süre sonra otobüsümüz bir uçurum kıyısına ulaşıyor. Aşağısı yüzlerce metre uzaklıkta. Ve yol kısa virajlarla bir yılan gibi kıvrılarak aşağılara doğru iniyor. Yol o kadar dar ki, otobüs zar zor sığıyor. Fakat her viraj alışımızda, abartmasız bir tekerlek uçurumda gidiyoruz. Yandaki Alman çiftin gözleri yuvalarından uğramış, korku içinde aşağıya uçuruma bakıyorlar. Eğer otobüs uçuruma yuvarlansa kurtuluş şansımız neredeyse sıfır sayılır. Yerli olanlar dışında bütün yolcular endişe içinde. Can ile otobüsün bazen havada giden tekerleğine bakıyoruz.
Çok aşağılarda bir kamyon aşağıya düz yola ulaşmış. Parmağımla uzaktaki kamyonu gösteriyorum: “bak o kamyon düz yola ulaşmış.” Can ise gözlerini kısarak kamyona bakıyor ve şöyle diyor: “evet o kıçını kurtarmış, biz de bir kurtarsak.” Gülüyoruz.
Nihayet bize çok uzun gelen bir süre sonunda ve bolca adrenalin içinde aşağıya düz yola ulaşıyor ve bir oh çekiyoruz. Uçuruma düşmeden aşağıya inmeyi başardık.
Bu arada önümüzde oturan Şilili çift ile de sohbet etmeye başlıyoruz, adam ve kadın elli beş-altmış yaşlarında gösteriyorlar ve her ikisi de öğretmenlermiş. Darbe yıllarında kadın gözaltına alınmış ve insan hakları enstitüsü adını gazetede kayıp olarak yayınlayınca serbest kalmış.
“Eğer bu haber gazetede çıkmasaydı, muhtemelen askerler tarafından öldürülecektim.” diyor.
Mendoza, Şili sınırına yakın olduğundan otobüs bir süre sonra sınıra geliyor. Otobüs duruyor ve herkes pasaport kontrolü yaptırmak için aşağıya iniyor.
Aşağıda pasaport kuyruğuna giriyoruz. Bu sırada Şilili gümrük polisleri otobüse girerek kontrol yapıyorlar. Bir süre sonra ellerinde bizim içinde portakal olan meyve poşetimizle yanımıza gelerek, meyvelerin bize ait olup olmadığını soruyorlar. Biz de bize ait olduğunu onaylıyoruz. Bunun üzerine bizi bir odaya götürüyorlar ve bir tabela gösteriyorlar. Tabelada çeşitli meyvelerin (portakal dahil) ve sebzelerin Şili’ye girişinin yasak olduğu ve ihlal edenlerin para cezası ile cezalandıracağı yazıyor. Tam bu sırada otobüste tanıştığımız Şilili çift odaya geliyor, bizi polislerle birlikte görünce bir sorun olduğunu tahmin etmişler.
Polisler bu konuda tahminimizden daha ciddiler, Arjantin’den Şili’ye bazı meyveleri sokmak neredeyse hapisle cezalandırılacak bir suçmuş gibi davranıyorlar bize. En sonunda hem biz, hem Şilili çift bu kuralı bilmediğimizi, turist olduğumuzu söyleyince ikna oluyor ve bize ceza kesmekten vazgeçiyorlar. Odadan çıkarken masanın üzerinde suç deliliymiş gibi duran iki portakala bakıyoruz, onlar tutuklandı, kalacaklar. Belki de Arjantin’e iade edilecekler.
Böylece otobüsümüz yeniden yola çıkıyor. O heybetli, tepeleri hep karlı And dağlarının eteklerinde yol alıyoruz. Mendoza-Santiago arası çok uzak değil, altı-yedi saatlik bir yolculuktan sonra ulaşılıyor.
Dağlara bakarak yol alıyor, hem de Şilili çift ile sohbet ediyoruz. Bizi çok seviyorlar ve akşama evlerine yemeğe davet ediyorlar. Can ile birbirimize bakıyoruz ve düşünmeden daveti kabul ediyoruz. Dünyanın bir ucunda, bilmediğimiz bir kentte, daha yeni tanıştığımız insanların evlerine gitmek belki riskli. Ama biz serüvenciyiz ve risk almayı seviyoruz. Çiftin verdiği adresin yazılı olduğu kâğıdı cebime koyuyorum.
Otobüsümüz Santiago otobüs terminaline ulaştığında, akşam buluşmak üzere vedalaşıyoruz.
Bir taksiye binerek otele gidiyoruz. Otelimiz öncekilerden daha iyi, duş alıp birkaç saat yataklarımızda dinleniyoruz. Daha sonra akşama doğru bir tur atıyoruz otel yakınlarında. Universidade Católicasemtindeyiz, adından da anlaşılacağı üzere semtte büyük bir üniversite bulunuyor ve semtin aynı adlı bir futbol takımı da var.
Santiago’da başlıca ulaşım araçlarından birisi metro. Hemen otelin yakınında metro durağı var, akşam Şilili çiftin oturduğu semte metro ile gitmeyi kararlaştırıyoruz. Zaten akşama da az zaman kaldı.
Bu yolculuğumuz da yine öngörmediğimiz biçimde maceralı geçiyor. Otelden çıkarak metroya gidiyor ve burada birisine elimizdeki adres kâğıdını göstererek, oraya nasıl ulaşacağımızı soruyoruz. Adam bize hangi metroyu alacağımızı söylüyor. Daha sonra bir durakta inerek, başka bir hatta giden metroya biniyoruz. Karşımızda iki kişi oturuyor. Bir de onlara gösteriyorum adresi. Bunlardan birisi gittiğimiz hattın doğru olduğunu söylerken, bir diğeri yanlış yere gittiğimizi söylüyor. Kafamız karışıyor, ama yapacak birşey yok, devam ediyoruz. Bu arada metro yer üstüne çıkıyor ve kentin varoşlarına geldiğimizi anlıyoruz.
Metrodan inerek adresi tekrar soruyoruz, ama kimse bize yardımcı olamıyor. Bu sırada yol kenarında bekleyen bir kadın görüyoruz. Kadın adresi eline alıyor, ama adresle değil bizimle ilgileniyor. Kadının yüzüne, giyimine, tavırlarına ve bize olan yaklaşımına bakarak onun bir seks işçisi olduğunu tahmin ediyoruz. Yine oralarda dolaşıyoruz ama nafile. Bir taksiye binmeyi düşünüyoruz. Taksiciye bu adrese gitmenin ne kadara mal olacağını sorduğumuzda bize çok yüksek bir ücret söylüyor.
Bu arada bir mahalle arasına giriyoruz. Oradan geçerken son model bir cipin içinde bir adam ile bir kadının oturduğunu görüyoruz. Adama kâğıdı uzatarak adresi soruyorum,
“Bir dakika!” diyor ve cep telefonuyla konuşuyor. Derken biraz önce rastladığımız seks işçisi yanımıza geliyor, bizi görünce müşteri olmadığımızı bildiginden yüzünü buruşturuyor. İyice zayıf, bir zamanlar güzel olan ama genç yaşta çökmüş bir kadıncağız bu.
Adamın bir kadın satıcısı ya da amiyane tabirle pezevenk olduğunu anlıyoruz. Adam keçi sakalını sıvazlayarak arabadan iniyor ve kadını bize işaret ederek,
“Bu sizin adresinizi biliyor.” dedikten sonra adres kâğıdını kadına veriyor.
Kadın adres kâğıdını hemen iade ederek,
“Ben bilmiyorum.” diyor sinirli bir şekilde. Biz bunun üzerine teşekkür ederek yola devam ediyoruz. Sonra kendi aramızda şöyle diyoruz:
“Eğer yoksul bir semtin mahalle arasında, yanında kadınlarla son model bir cipin içinde oturan keçi sakallı bir adam görürsen bil ki büyük olasılıkla pezevenktir.”
Hava kararmaya başlıyor, Santiago’nun bir varoş semtinde öyle dolaşıyoruz. Aslında pek ciddiye almıyoruz, ama tehlikeli bir durum. Çünkü Güney Amerika’da böyle yerlerde hele de akşamüstü bulunmak çok tehlikeli, üstelik bir de turistseniz çok daha riskli. Daha sonra Can ile geldiğimiz metro istasyonuna geri dönüyoruz. Ve oradan geldiğimiz yöne doğru bir metroya binerek, tekrar bu kez daha dikkatlice soruyoruz. Ve bize tekrar bir durakta inerek başka bir metro almamızı öneriyorlar. Bu kez doğru yoldayız, hava iyice kararıyor. Santiago’nun neresine gittiğimizi bilmiyoruz. Oradaki bir adam bize farklı renk metro hatlarında aynı isimde iki istasyon olduğunu söylüyor. İşte bu yüzden yanılmış ve diğer istasyona gitmişiz. Daha doğrusu bizi oraya yanlış yönlendirmişler. O zaman taksinin neden yüksek ücret istediğini anlıyoruz. Çünkü yakın olduğunu düşünerek, kentin diğer ucundaki bir noktaya gitmek istiyorduk.
Bu kez indiğimiz yerden hemen bir taksiye binip zaten yakındaki evi buluyoruz. Şilili evsahibi çift merak içinde bizi bekliyormuş, yanımızda cep telefonu taşımadığımız için arayamamışlar da. Nihayet, Santiago’nun varoşlarında böyle bir macera yaşadıktan sonra eve giriyoruz.
Bir süre dinlendikten sonra yemeğe geçiyoruz. Kadının adı Alba, adamın adı ise Migúel. Yemekte beyaz şarap ile karides, somon balığı ve çeşitli mezeler, salatalar var. Yemekten sonra bize Alba’nın hayatını kurtaran küçük haberin yer aldığı gazete kupürünü gösteriyorlar. Migúel ise şanslı imiş, rütbeli bir asker akrabası devreye girerek, onu gözaltına alınmaktan kurtarmış darbe sırasında.
Yemekten sonra bahçeye çıkıyor ve sohbet ediyoruz. Onların başka arkadaşları da katıyor bize, böylece sabaha kadar uyumadan sohbet ediyoruz. Sabah kahvaltıdan sonra onlara veda ederek otelimize gidiyor ve uyuyoruz.