Sabah erkenden Brezilya’dan Curitiba-São Paulo uçağına biniyoruz. Uçağa binmeden hemen önce, çantalarımızdaki şampuan ve deodorantlarımıza polisler el koyuyorlar. Daha sonra oradan Buenos Aires’e direk uçuyoruz.
Kentin adının anlamı İspanyolca “Güzel havalar.” Kent, 1536 yılında Pedro de Mendoza tarafından kurulmuş. Kentin ortasından Rio Prata (Gümüş Nehir) geçiyor. Oldukça büyük bir nehir bu.
Kırk milyon nüfuslu Arjantin’de, neredeyse her üç kişiden birisi bu kentte yaşıyor.
Pasaport işlemlerinden sonra hemen kent merkezine yakın olan otelimize ulaşmak icin harekete geçiyoruz. Otelin bulunduğu semti sorduğumuzda, bize oraya giden bir belediye otobüse binmemizi söylüyorlar. 33 numaralı belediye otobüsüne binerek, kent merkezine doğru yola çıkıyoruz. Havaalanı kent merkezine oldukça uzak, otuz beş kilometre mesafede. Kente doğru belediye otobüsüyle yol alıyoruz, bu sırada birçok varoştan geçiyoruz. Can, pekçok kentin girişinin böyle olduğunu söylüyor.
Otobüs öylesine dolaşıyor ki nerede olduğumuzu, nereye gideceğimizi unutuyoruz bir an. Bir de müthiş bir sıcak var. Can bir ara kaybolacağımızdan endişe ederek şoföre, “Kapiton, kapiton, Puerto Madero.” diye sesleniyor. Şoför, ona yakın oturan Can’a doğru dönerek eliyle, “bekleyin daha gelmedik, gelince uyaracağım.” gibi hareketler yapıyor. Daha sonra ona, “bu kapiton nedir?” diye sorduğumda Can “İtalya’da şoföre böyle diyorlar.” diyor. (Buna da pek inanmıyorum ya!) Burada şoföre “conductor” diyorlar.
Yaklaşık iki buçuk saat kadar kent içinde dolaştıktan sonra, şoför bir durağı işaret ederek, orada inmemiz gerektiğini söylüyor. Yalnız bu semt çok büyük olduğundan, otele nasıl ulaşacağımızı hâlâ bilmiyoruz. Aksilik bu ya, otelin adresini yanıma almayı unutmuşum. Puerto Madero semtine gitmemiz gerekiyor. Bir internet kafeye gitmemiz gerekiyor adresi öğrenmek için.
Sırt çantalarımızla yakıcı güneş altında caddede ileriye doğru yürüyoruz. Derken bir internet kafe görüyoruz. Can durmamız ve adresi almamız gerektiğini söylüyor. Ben nasıl olsa ileride internet kafe vardır düşüncesiyle devam etmeyi öneriyorum. Ama ileride internet kafeye rastlamıyoruz. Yoruluyoruz bir saat kadar yürüdükten sonra. Bir süre sonra nihayet bir internet kafeye rastlayarak otelin adresini alıyoruz. Daha sonra biraz daha yürüyor ve bir taksiye binmeye karar veriyoruz.
Nihayet Hotel América’ya ulaşıyoruz. Eski tip bir otel burası, kentin simgelerinden birisi olan Obelisco’ya da çok yakın. Kent merkezine yakın olması da ayrı bir avantaj. Odamıza yerleşip duş aldıktan sonra rahatlamış ve dinlenmiş bir biçimde otelden çıkarak kent merkezine gidiyoruz.
Buenos Aires’te dikkatimizi çeken birşey, kilise adına propaganda yapıp yollarda yardım toplayan (özellikle yaşlı kadınlar) insanların çokluğuydu. Latin Amerika’da dinin güçlü olduğu biliniyor, ama yine de bunu burada tüm ağırlığıyla hissediyorsunuz. Bir kilisenin duvarına, Türkçesi şöyle olan bir yazı yazılmış boyayla İspanyolca: “Diktatörlük kilisedir!”
Otelden Obelisco’ya 100 numaralı otobüsle gidileceğini öğreniyoruz. Bu kentin sokaklarında gereğinden fazla belediye otobüsü var gibi geliyor bize. Otobüsler oldukça eski ve demode. Biraz bekledikten sonra 100 numarali otobüsle kent merkezine iniyoruz. Burada kafeler, barlar, alışveriş merkezleri ve büyük oteller var. Burada bulunan Avenida 9 de Julio caddesi tam on dört şeritli ve dünyanın en geniş caddesi olarak biliniyor; 1936 yılında açılmış. Kırmızı ışık yandığında acele etmezsseniz, daha yolun yarısında yeşil ışık tekrar yanıyor ve yolun ortasında kalıveriyorsunuz.
Birçok Buenos Aires var: birisinde yoksulların oturduğu sıvaları dökülmüş eski harabe binalar var. İkincisi zenginlerin oturduğu kentin güneyi Palermo, üçüncüsü Puerto Madero, iş merkezlerinin olduğu yer, Obelisco da bu cadde üzerinde kalıyor.
Defalarca tekrar tekrar turladığımız Florida caddesi ise genellikle turistlerin uğrak yeri olan trafiğe kapalı bir alan. Restoranlar, alışveriş merkezleri var burada. Cıvıl cıvıl ve geceleri ışıklar altında yürümekten keyif alınan bir yer. Lavelle'de yemek yiyoruz, geleneksel bir Patagonya restorantı. Restoranın girişinde daire şeklinde yakılmış ateşin kenarına gerilmiş kuzu, dana, oğlak vb... kızartılarak anında müşterilere servis ediliyor.
Ertesi gün bir kent turuna katılıyoruz. Dört saat suren bu turla, kentin görülmesi gereken turistik yerlerinin hemen tamamını görme şansına sahip oluyoruz. Eva Peron’un yattığı mezarlıktan, Maradona’nın mahallesi La Boca’ ya kadar her yeri ziyaret ediyoruz. Dünyada akustiğinin mükemmelliğiyle bilinen Colon Tiyatrosu da bu yerler arasında.
“Küçük Paris” olarak anılan Recoleta semti ise, herhangi bir Avrupa kentinin seçkin bir caddesini andırıyor. Bütün ünlü moda markalarının mağazaları var burada. Kentin zenginleri genelde bu semtte yaşıyorlar. Barok stilinde mimariye sahip apartmanlar göze çarpıyor.
Bir parka geldiğimizde, elinde yaklaşık on beş-yirmi köpekle gezen bir adamı görüyoruz. Burada bu bir iş, yani profesyonel köpek gezdiriciler var, köpek başına aylık gelir elde ediyorlar.
Ama asıl görmek istediğimiz yer, o ünlü fotoğraflardaki her evin başka bir renkte olduğu La Boca mahallesi. La Boca’ya geldiğimizde tangonun burada doğduğunu öğreniyoruz. Tango, ilk çıktığı dönemlerde “kenar mahalle dansı” olarak aristokratlar tarafından hor görülmüş, hatta bir dönem de yasaklanmış. Fakat halk içinde giderek yaygınlaşıp herkes tarafından kabul gördükten sonra dünyaya yayılıyor.
La Boca mahallesinin girişinde bir duvara, boya ile kocaman “República de La Boca=La Boca Cumhuriyeti” yazılmış. Bir binanın balkonunda Maradona, Eva Peron ve ünlü bir tango şarkıcısınınn renkli heykelleri halkı selamlayan tarzda yapılmış. Buraya Caminito caddesi deniliyor. 1800’lerin erken döneminde kurulmuş mahalle. Evlerin rengârenk olmasının sırrı, bu mahallenin liman işçilerinin yaşadığı bir yer olmasından kaynaklanıyor. Limanda kullanılan tenekeleri, evlerinin dışına kaplayarak boyamışlar. Bu yüzden mahalle rengârenk ve şirin bir görünüm sunuyor.
Arjantin’in en çok taraftara sahip futbol takımı olan Boca Juniors stadyumuna geldiğimizde, rehberimiz bize diğer büyük futbol takımı olan River Plate’in kentin zengin kısmını simgelediğini söylüyor. Boca Juniors ise yoksul bölge insanlarınca destekleniyor, iki takım arasındaki ezeli rekabet de buradan kaynaklanıyor.
Burada bir adama “Maradona, Maradona!” diyoruz, o ise bize şöyle yanıt veriyor: “Maradona, Boca Juniors’dan daha büyük değil.”
Sokakta turistlerle fotoğraf cektiren tangocu kadınlarda var. Bunlar, küçük bir ücret karşılığında, özellikle erkek turistlerin bacaklarına bacaklarını yapıştırarak samimi pozlar veriyorlar.
Geceleri kafelerde oturup kahve ya da birer bira içiyoruz. Yine kent merkezinde dolaşıp yorulduktan sonra bir birahanenin yol üstündeki masasına oturup iki bira söylüyoruz. Garson “iki tane mi, emin misiniz?” diye bize onaylatıyor tekrar siparişimizi. Bir süre sonra adamın bunu sormakta haklı olduğunu görüyoruz. Biranın tadı güzel ama ikimiz de bitiremiyoruz şişeleri. İkimize bir tane söyleseydik yeterdi, diyoruz.
Rengârenk graffitilerle boyanmış duvarlarda Arjantin’deki köklü muhalefet geleneğinin izlerini görmek mümkün.
Bu arada mahallede dolaşırken, biraz uzağımızda üzerinde Arjantin milli futbol takımının formasıyla tıpatıp Maradona’ya benzeyen birisini görüyoruz. Űcret karşılığı turistlerle fotoğraf çekiniyor. Can’ın sahte Maradona arkasında çıkacak bir biçimde fotoğrafını çekiyorum. Sonra o da benimkini çekiyor. Derken sahte Maradona durumun farkına varıyor ve gülerek eliyle yanına gitmemizi işaret ediyor. Biz ise gülümseyerek ona el sallıyor ve aşağıya doğru yürümeye devam ediyoruz.
Limana giden yoldaki köprünün altında ise küçük gecekondular var. Evlerinin önünde oturmuş sohbet eden insanlara rastlıyoruz.
San Telmo caddesi de kentin bohem yaşamıyla bilinen kültür merkezlerinden birisi.
Daha sonra yine bir gece otobüsüyle, saatler süren bir yolculuktan sonra Mendoza’ya ulaşıyoruz. Burası ülkenin batısında kalan Şili sınırına yakın, üzüm bağları ve şaraplarıyla ünlü bir bölge. Zeytinyağ üretimi de yapılıyor ayrıca. Zaten kente girişte yolun her iki yanında,güzelliğiyle bakanları büyüleyen uçsuz bucaksız üzüm bağları yer alıyor.
Otobüs terminalinden Şili’nin başkenti Santiago’ya otobüs bileti aldıktan sonra, kent merkezine giderek dolaşmaya başlıyoruz.
19. yüzyılda Charles Darwin bu bölgeyi ziyaret ederek kültürel, coğrafi ve biyolojik incelemelerde bulunmuş.
Akşama kadar kent merkezini turladıktan sonra, hayatımızın en çok adrenalin dolu yolculuğunu yapacağımızı bilmeden gece Şili otobüsüne biniyoruz,
“Adiós!” diyoruz Arjantin’e.