Son Gezi Parkı ve Brezilya’daki direnişler ile insanlar devlet aygıtı ve özgürlük kavramı üzerine daha çok düşünmeye başladılar. Gezi’de insanlar günlerce devletsiz yaşadılar ve herşeyi devletten çok daha iyi organize ettiler. Dünyada da devlete ihtiyaç duymadan komünal olarak yaşayan birçok anarşist ve otonom gruplar vardır.
Geçenlerde ABD’de bir üniversitede ders veren arkadaşım Tuğrul Keskin ile devlet ve özgürlük kavramı uzerine biraz sohbet ettik. O bu konuda zaten bir ders veriyormuş. Ve bu sohbetten yola çıkarak aslında özgürlüğün tanımının ne olduğunu tekrar düşünmemiz gerektiğini çıkardım. Max Weber, Sartre, Heidegger, Marks ve biraz da Foucalt’tan söz ettik.
Bu yazımda amacım, sadece çözümlere ulaşmaktan ziyade bazı sorular üretmek.
Aristoteles’ten Platon’a Hegel’e Marks’a kadar birçok filozof ve kuramcı bu devlet kavramıyla ilgilenmişlerdir. Platon, “Devlet” adlı yapıtında devletin kurulmasının amacının toplumun mutluluğunun sağlanması olarak açıklar. Hobbes ise, eşit insanların diger insanlarla uzlaşmak için bir sözleşmeye ihtiyaç duyduğunu, onun da devlet kurumu olduğunu savunur. “Man and Citizen” adlı yapıtında Hobbes, insanların doğa durumunda 'özgür'ken, zorunlu olarak kurdukları sivil toplumda yasaların belirlemediği alanlarda 'özgür' olduklarını belirtir. Rousseau’dan Kant’a birçok düşünür daha özgürlük ve devlet ve toplum üzerine düşüncelerini açıklamışlardır. Alman sosyolog Weber ise, modern toplumlarda bireyin özgür olamayacağının altını çizer. Weber “Economy and Society” adlı yapıtında rasyonalite üzerine düşünür. Burada bunların hepsini sıralamaya gerek yok.
Hegel ise devleti kamu yararının kurucusu olarak görmüştür. Marks buna karşı çıkmıştır. Ȍzellikle “Alman İdeolojisi’nde devlet kavramı açıklanmıştır. Marks’ın “Fransa’da İç Savaş” adlı kitabında devlet ve sosyalist iktidar biçimi ile ilgili bir dizi tespit yer alır. Kısaca öncelikli görevin, burjuvazinin devlet aygıtını parçalamak olduğunu (ortadan kaldırmak değil) ortaya koyar. Ancak polis yine ve hiyerarşi yine vardır, fakat tüm bunlar komüne karşı sorumludur. Marks, bu noktada Paris Komünü’nu örnek verir. Marks devlet aygıtının baskıcı yönünü ortadan kaldırarak, onu ezilen sınıf adına kullanmak gerektiğini belirtir.
Evet 1871 Paris Komünü, devletin en az devlet olduğu bir yönetim deneyimidir. Belki de insanın tarihsel olarak bugüne kadar görmüş olduğu en ileri yönetim biçimidir. Çünkü bir bürokrasi yoktur Komün’de. Seçilmişleri geri çağırma yöntemi işletilir. Fakat çok kısa süren bir deneyim olmuştur.
Belki de devlet kavramını en iyi açıklayan Lenin olmuştur, “Devlet ve Devrim”adlı eserinde şöyle der: “Devlet varsa özgürlük yoktur, özgürlük olduğunda zaten devlet var olmayacaktır.”
Sosyalist devletin sönümlenerek ortadan kalkması, Marksistler açısından bir sonuçtur, ancak bu bir süreç sonunda nesnel koşulların oluşumuyla ortaya çıkar. Marks’ın sözünü ettiği devletin baskıcı yönünü ortadan kaldırarak o aygıtı kullanmak olası mıdır? Ya da iktidar gerçekten kendini sönümlendirebilir mi, doğası buna izin verir mi? Şimdiye dek yaşanılan “sosyalist” devlet oluşumlarında bunu göremedik. Bunlar olunca da baskı ortaya çıkıyor doğal olarak. İktidar kendini sönümlendirmediği gibi, tam tersine giderek güçlendi. Ve halk adına, halkın üzerinde tahakkümde bulundu. Çünkü sistemin polisi, askeri, hiyerarşisi vardı.
İşte bu noktada belki yeniden düşünmeye ihtiyaç var, o sınıf ya da bu sınıf adına kullanıldığı açıklanan devlet aygıtı olduğu sürece, o kendini sönümlendirmiyor, aksine daha da güçleniyor. Devletin baskıcı yönünü ortadan kaldırmak olasi degildir, çünkü devlet aygıtının kendisi bir baskıdır. Tarihte örnekleri görüldüğü üzere işçi sınıfı adına kullanıldığı iddia edilen devlet aygıtı, bizzat işçi sınıfının özgürlüklerini ortadan kaldırabiliyor.
Anarşistler ise Marksistlerden farklı olarak, insanlığın kurtuluşunun devleti tamamen ortadan kaldırıvermekle mümkün olacağını savunurlar. Devletin varlığına doğrudan karşı çıkan ve bir devrimle bu aygıtı tamamen ortadan kaldırmayı yalnızca anarşist ideoloji hedefler. Anarşistler, insanın ve toplumun devlet aygıtına ihtiyaç duymadan özgürce yaşayabileceği tezini işlerler. İşte anarşizmin bu yönü beni etkiler.
Anarşist edebiyatın en büyük isimlerinden birisi Ursula K. LeGuin başyapıtı “The Dispossessed=Mülksüzler”de devlet ve birey ilişkisini son derece güzel açıklar. Yazar, Dostoyevski'nin "The Possessed" kitabının isminden esinlenmiş. Bu kitaptan çok etkilenmiştim. Ve yeniden okuyorum şu günlerde. Şöyle der yazar: “Birey Devlet’le pazarlık edemezdi. Devlet güçten başka bir para tanımaz: Üstelik parayı da kendisi basar.”
Devlet kendisine başkaldıran ve onu sorgulayan bütün bireyleri ortadan kaldıramaz. İşte o zaman yeni taktik devreye girer; Leguin bunu yine aynı kitabında şöyle açıklıyor: “Yok edemezsen evcilleştir.”
Anarşist kuramcı Bakunin şöyle diyor: “"En radikal devrimciyi alın ve onu tahta oturtun; bir yıl bile geçmeden o Çar'dan da beter olacaktır." İşte bu söz iktidar kavramının insanı nasıl kendisine, değerlerine ve topluma karşı yabancılaştırdığını çok iyi ortaya koyuyor.
Evet neo-liberalizmin yaptığı tam da budur bugün: Kitleleri evcilleştirmek ve sisteme itaatkâr kılmak. Eğer yok edemiyorsa, iktidarı bile verir sistem bir süreliğine muhalifine ve onu sistem içinde evcilleştirir. Neo-liberalizm, devleti gerektiği kadar aza indirmeyi savunur, ama bunu yaparken devletin baskıcı, hiyerarşik yanını korur. Yani devleti bürokratik olarak aza indirgerken, diğer yandan onun birey üzerinde denetim, otorite ve baskısını arttırır.
Ortalama insan, devletsiz yaşamanın olası olmadığını, bunun bir kaosa yol açacağını ve dolayısıyla bir devlet aygıtına ihtiyaç olduğunu düşünür. Çünkü sistem, binlerce yıldır insanlara bunu öğretmiştir. Kaos nedir, kim kaosu çıkarmaktadır? Oysa, kaosu yaratan sistem ve onun aygıtı devletin kendisidir.
Devlet kendi yasalarını çiğneyebilir, fakat bunu birey yaptığında “suç” olur. Bizzat sistemin çelişkilerinin yarattığı bireysel “suç” oranı her geçen gün bütün ülkelerde artıyor. Peki devletin varlığı “suç’u engeller mi? Buna da hayır diyebiliriz. Devlet kendi yasalarını hiçe sayarak, interneti gözetler, vatandaşlarını fişler, onların telefonlarını dinler. Devletler, havalimanlarında bir gram uyuşturucuyu köpeklerle ararlar, ancak diğer yandan tonlarca uyuşturucuyu kendileri ülkelerine sokarlar. En son ABD’nin uyuşturucudan kazandığı bu kayıtsız parayı, savaslarda kullandığı ortaya çıktı. Devletin varlığı uyuşturucu ticaretini engeller mi? Engelleseydi böyle büyük çaplı bir ticaret, dünyanın dört bir yanında olmazdı.
Peki polis kimi korur? Anarşistlere göre polis yurttaşı değil, devleti korumak için vardır. Yani polis, devleti halka karşı korur.
Devlet öyle bir kurumdur ki, önünde ne varsa onu yok etmeye programlanmıştır. Mantıktan yoksun olarak işlemektedir. Ȍrneğin Brezilya’da yaşanan bir olay bunu iyi açıklamaktadır: Bir kadın bir papağanı, balkona koyar ve ona polis geldiğinde bağırarak kendisini uyarmasını öğretir. Bir gün polis evin önünde göründüğünde papağan, “Polis geldi, polis geldi!” diye bağırır. Ve sonra ne mi olur? Papağan suç ortaklığından tutuklanarak cezaevine gönderilir. Evet fıkra değil gerçek bir örnek; devlet kurumunun ne olduğunu çok iyi ortaya koyuyor
Sonuç olarak devlet kurumun oldugu her yerde “suç” vardır, çünkü “suç’u yaratan sistemin bizzat kendisidir.
Devletsiz yaşamak olasıdır. İnsanlar eğer kendilerini yönetecek kapasitede değillerse ve çobana ihtiyaç duyuyorlarsa, zaten insan değil, koyundurlar.
Devam edecek...