Türk Hukuku’nun bir tedbir olan tutuklamadan, yanlış ve istikrarsız uygulamalar nedeniyle çektiği ızdırap herkesçe bilinmektedir. Artık kara göründü. Bugüne kadar İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin kararlarını tazminat ödeyip görmezden gelirken, burnumuzun dibinde benzer kararları vermeye başlayan Anayasa Mahkemesi kararlarına da aynı muamelenin yapılabileceği zannedilmekte idi. Ancak durum öyle olmadı. Ankara’da yerleşik Anayasa Mahkemesi, hem coğrafi olarak pek yakında ve hem de kamuoyuna malolmuş bir davada milletvekili olan sanıkla ilgili uzun tutukluluk kararı vermişti.
Bugüne kadar hep söyledik: Tutuklama yanlış uygulanıyor. Uzun yargılamaların ve özellikle uzun tutuklulukların hiçbir zeminde kabulü mümkün değildir. Hiç kimse bahane üretmesin. Bir yandan suçsuzluk/masumiyet karinesinden bahsedip, diğer yandan insanlara suçlu muamelesi yapılması yanlıştır. Tutukluluk tedbirinin şartları ile yargılamanın esası farklıdır. Sesimizi duyuramadık. Sürekli, “ya burası Türkiye” veya “bazı yargılamaların özellikleri farklıdır” türünde bahaneler üretildi. Kral çıplaktı ve üretilen gerekçeler “hukuk devleti” ilkesine yakışmıyordu. Hukuk kültüründe yaşanan bu bozukluğun düzeltilmesi gerekiyordu. Bu düzelme birden bire olamazdı. Kanun değişikliği, hem yetersiz kalıp ve hem de dirençle karşılaştığında, uzun ve keyfi tutuklulukların önüne geçilemedi. Tutukluluk yerine uygulanması düşünülen adli kontrol hak ettiği değeri alamadı. Ancak tüm bunların esas sebebi, elbette uzun yargılamalar ve ceza gibi tatbik edilen tutuklamalardı.
Anayasa Mahkemesi, Mustafa Balbay’ın başvurusu ile ilgili 04.12.2013 tarihinde karar verdiğinde, birçok insan bu kararı tutuklu milletvekilleri ile sınırlı görmek istedi, çünkü bir ceza gibi uygulanan tutuklamanın kısa olmasına alışık değillerdi. Onlara göre doğru olan, önyargıya dayalı ve ceza infazına işaret eden tutuklamaların devam etmesi idi. Söyledik, adı üstünde bu bir “bireysel” başvurudur ve incelenmesi, yalnızca başvuran şahsın yargılamasına ilişkin özelliklerle sınırlıdır. Bu nedenle, hak ihlali tespiti yapılırken, ihlal edilen temel hakkın başvurucu ile ilgili somut sonuçları da dikkate alınır. Mustafa Balbay’ın sorunu, tutuklulukta azami süre sınırının aşılması olmayıp, uzun ve somut gerekçe içermeyen, makul süreyi aşmış tutukluluktur. Bunun sonucu, Mustafa Balbay’ın “seçilme hakkı” adlı siyasi hakkının da ihlal edildiğinin tespitidir. Ancak asıl ihlal edilen, kişi hürriyeti ve güvenliği hakkıdır. Bu hak, Anayasa m.19 ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m.5’de tanımlanıp, koruma altına alınmıştır. Anayasa Mahkemesi’nin temel olarak koruduğu bu hak ve hürriyettir. Çünkü Mustafa Balbay’ın bu hak ve hürriyeti ihlal edildiği için siyasi hakkı da ihlale uğramıştır. Bu sonuç, bir başka şahsın başvurusunda farklı hak ihlali tespitine neden olabilir. Mustafa Balbay’ın 13.12.2013 tarihinde ilan edilen gerekçeli kararının 116, 117, 118 ve 133. paragrafları incelendiğinde, konu ile ilgili tespit ve değerlendirmemizin haklılığı net bir şekilde anlaşılacaktır.
Ve nihayet Anayasa Mahkemesi’nin milletvekili sıfatını taşımayan iki kişinin bireysel başvurusu ile ilgili 21.11.2013 tarihli kararının gerekçesi 14.12.2013 tarihinde ilan edildiğinde, yukarıda yaptığımız kısa tespitlerin doğruluğu anlaşıldı. Uzun tutukluluk, milletvekillerine tanınmış bir tahliye ayrıcalığı değildir. Anayasa ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nda da bu yönde bir hüküm bulunmamaktadır.
Anayasa Mahkemesi Birinci Bölüm’ün 2012/1158 başvuru numaralı dosya ile ilgili verdiği 21.11.2013 tarihli kararında, kişi hürriyeti ve güvenliği hakkını düzenleyen Anayasanın 19. maddesinin 7. fıkrasının ihlal edildiği sonucuna varılmıştır. Karar gerekçesi, 14.12.2013 tarihli ve 28851 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır.
Anayasa m.19/7’ye göre, “Tutuklanan kişilerin, makul süre içinde yargılanmayı ve soruşturma veya kovuşturma sırasında serbest bırakılmayı isteme hakları vardır. Serbest bırakılma ilgilinin yargılama süresince duruşmada hazır bulunmasını veya hükmün yerine getirilmesini sağlamak için bir güvenceye bağlanabilir”.
Başvuruculardan birisi 3 yıl 11 ay 24 gün ve diğeri de 4 yıl 1 ay 16 gündür tutukludur. Anayasa Mahkemesi gerekçeli kararının 54. paragrafına göre, “Suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişiler, ancak kaçmalarını, delillerin yok edilmesini veya değiştirilmesini önlemek maksadıyla veya bunlar gibi tutuklamayı zorunlu kılan ve kanunda gösterilen diğer hallerde tutulabilirler. Bu şartların tutukluluk süresince devam ediyor olması, tutukluluğun devamının hukuka uygunluğu ve meşruiyeti bakımından olmazsa olmaz bir koşul olmakla birlikte, bu durumun devam edip etmediğinin ilgili ve yeterli gerekçelerle ortaya konulması ve yürütülen işlemlerde gerekli özenin gösterilmesi gerekir”.
Kararın 56. paragrafına göre ise, “Derece mahkemelerince verilen tutukluluğa itiraz ve itirazın reddine dair kararların gerekçeleri incelendiğinde, bu gerekçelerin tutukluluğun devamının hukuka uygunluğu ve tutuklamanın meşruluğunu haklı gösterecek özen ve içerikte olmadığı ve aynı hususların tekrarı niteliğinde olduğu görülmektedir. Somut olaydaki tutukluluk halinin devamına ilişkin bu gerekçelerin, ilgili ve yeterli olduğu söylenemez. İlgili ve yeterli olmayan gerekçelere dayanılarak, başvurucuların özgürlüklerinden mahrum bırakıldıkları an ile ilk derece mahkemesi kararı ile tahliye edilmelerine kadar geçen tutuklu bulundukları süre makul olarak değerlendirilemez”.
Sonuç olarak Anayasa Mahkemesi, “Tutukluluğun makul süreyi aşması ve tutukluluğun devamına ilişkin kararların gerekçelerinin yetersiz olması nedeniyle Anayasanın 19. maddesinin yedinci fıkrasının ihlal edildiğine” oybirliğiyle karar vermiştir.
Anayasa Mahkemesi’nin tutuklama tedbiri ile ilgili kabul ettiği temel ölçütler şunlardır;
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ni takip eden ve bu Mahkemenin kararlarını dayanak alan Anayasa Mahkemesi, tutukluluk tedbirinde azami sürenin beş yıl olmasını öngörmektedir. Nitekim Mahkeme bu niyetini, 6352 sayılı Kanunun 75. maddesinin terör suçlarında azami tutukluluğu on yıl olarak düzenleyen hükmünü iptal etmek suretiyle net bir şekilde ortaya koydu. Anayasa Mahkemesi, yine net bir şekilde “makul sürede tutuklu yargılanma”, yani “uzun tutukluluk” ile “azami tutukluluk” kavramlarını birbirinden ayırdı. Mahkeme, azami tutukluluk süresi dolmasa bile, somut olayın özelliklerine ve tutuklama ile ilgili kararların gerekçelerine göre, makul sürenin aşılıp hak ihlaline yol açılabileceğini kabul etti.
Mahkeme beş yıllık azami tutukluluk süresinin hesaplanmasına sadece savcılık ve yerel mahkeme aşamalarının dahil olacağını, temyizde geçen sürenin tutukluluk süresinden sayılmayacağını ifade etmiştir. Mahkemenin bu düşüncesine katılmadığımızı, Ceza Muhakemesi Kanunu’nda bu görüşün aksini doğrulayan hükümler olduğunu, açık yasa hükmü gözardı edilmek suretiyle de hareket edilemeyeceğini ifade etmek isteriz. Yargıtay aşamasında da yargılanan kişi “sanık” sıfatını, dolayısıyla masumiyet/suçsuzluk karinesini korumakta ve bu sırada kovuşturma aşaması da devam etmektedir. Tutuklulukta azami süreyi gösteren Ceza Muhakemesi Kanunu m.102’de, temyizde geçen sürenin tutukluluktan sayılmayacağına dair herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Karşı fikir, her ne kadar İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m.5/1-a’yı gerekçe gösterse de, bu hükmün konu ile ilgisi bulunmamaktadır. Çünkü hükümde, kesinleşmiş bir mahkumiyet kararının infazı amacıyla hükümlünün tutulmasından bahsedilmektedir. Yargıtay sürecini gösteren temyiz aşamasında ise, karar henüz kesinleşmiş olmayıp, hukukilik denetimine tabi tutulmaktadır. Ancak Yargıtay Ceza Genel Kurulu, bu konu ile ilgili aksi yönde görüş bildirmiş ve temyiz aşamasını tutukluluk süresinden saymamıştır.
Anayasa Mahkemesi, yine net bir şekilde basmakalıp sözlerle ve soyut gerekçelerle verilen veya uzatılan tutuklama kararlarının da yanlış olduğuna işaret etti. Mahkeme, kişi hürriyeti ve güvenliği hakkını tedbiren sınırlayan tutuklamanın somut, kabul edilebilir ve dayanaklı gerekçelere dayandırılmasının zorunlu olduğunu tasdik etti. Böylece, bir tedbir olan tutuklama ile yargılamanın esasının farklı olduğu, tutuklama ile ilgili somut gerekçeler göstermenin hakim ve mahkeme için ihsas-ı rey sayılamayacağı açıklığa kavuşmuş oldu.
Bu noktada Anayasa Mahkemesi, Ceza Muhakemesi Kanunu m.100/1’in ikinci cümlesinde yer alan “ölçülülük” prensibinin, henüz azami sürenin aşılmadığı tutukluluğun makul olup olmadığının tespitinde dikkate alınması gerektiğinde ifade etti. İlgili hükme göre, “İşin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik tedbiri ile ölçülü olmaması halinde, tutuklama kararı verilemez”.
Anayasa Mahkemesi yukarıda işaret ettiğimiz gerekçeli kararının 46. paragrafında, “Tutukluluk süresinin makul olup olmadığı konusunun genel bir ilke çerçevesinde değerlendirilmesi mümkün değildir. Bir sanığın tutuklu olarak bulundurulduğu sürenin makul olup olmadığı, her davanın kendi özelliklerine göre değerlendirilmelidir. Tutukluluğun devamı, ancak masumiyet karinesine rağmen Anayasanın 19. maddesinde güvence altına alınan kişi hürriyeti ve güvenliği hakkından daha ağır basan gerçek bir kamu yararının mevcut olması durumunda haklı bulunabilir” gerekçesine yer vermiştir. Anayasa Mahkemesi bu gerekçesini, 06.04.2000 tarihli Labita – İtalya kararından almıştır.
Belirtmeliyiz ki, “ölçülülük” prensibi de soyut uygulanamaz. Her somut olayın ve somut olayda failin taşıdığı özelliklerin dikkate alınması ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 101. maddesinin 1. fıkrasının 2 cümlesi buna göre değerlendirilmelidir.
Kanaatimizce, olması gereken bakımından tutuklulukta süreye ihtiyaç olmayıp, “makul süre” kavramının her somut olaya göre ayrı değerlendirilip tayin edilmesi gerekmekle birlikte, Türk Hukuku’nun henüz bu kriteri benimseyip sindirememesi sebebiyle tutuklama tedbirinin azami sürelerinin yasa ile gösterilmesi usulüne devam edilmelidir. Ağır cezalık işlerde soruşturma ve kovuşturma aşamaları dahil azami 1 yıl, diğer işlerde azami 6 ay tutukluluk süresi öngörülmelidir. Yerel Mahkeme kararından sonra başlayan aşama tutukluluk süresinden sayılmamalı, bu hususta Ceza Muhakemesi Kanunu m.102’ye net bir hüküm koyulmalı, ancak tutuklu dosyaların temyizinde azami 1 yıllık inceleme süresi getirilmeli, bu sürede incelemesi bitirilmeyen dosyaların tutukluları derhal serbest bırakılmalıdır. Ayrıca, Yargıtay’ın Ceza Muhakemesi Kanunu m.104/3’de yer alan tahliye yetkisi de devam etmelidir.
Son söz; Anayasa Mahkemesi, “uzun tutukluluk” sorununun sadece milletvekillerine özgü bir sorun olmadığını isabetli bir şekilde teyit etmiştir.