"İnsanın en iyi huyu da unutmak, en kötü huyu da unutmak."
Bu, kendi icadım olan bir cümle olabileceği gibi kimden olduğunu bilmediğim bir alıntı da olabilir.
Unutmamak için hep çantamda taşıdığım küçük defterime yalnızca cümleyi not almışım. Ama bizim son yıllarda yaşamakta olduğumuz bellek yitimi ya da belleksizlik insanın yaşama esnekliğini sağlayan seçici unutma ya da bazı yaşanmışlıkları belleğe kaydetmeme hâli değil.
Biz yaşamsal fonksiyonlarımızı etkileyen belleğimizi yitirmiş ya da ancak hakikatin hafızasına kaydedildiğinde işe yarayacak varoluşsal mücadelelerimizi hiç kayıt etmemiş gibiyiz.
Tıpkı tüm sözcüklerini yitirip yerine yeni sözcükler de koyamayan bir Alzheimer hastası gibiyiz.
Bir panel daveti aldım.
Panel; Hafıza, Hakikat ve Hesaplaşma başlığıyla ve Türkiye İşçi Partisi tarafından düzenleniyordu.
Önce yok edilmeye çalışılan hakikatler hafızaya kayıt edilecek sonra bir toplumun temel yaşam fonksiyonları olan hukuk, sağlık, ekonomi alanlarındaki hakikatler anlatılacak, sonunda da çözüm önerileri ve yitirilmiş adalete nasıl yeniden erişileceği konuşulacaktı.
Bana düşen "Sağlıkta Hakikat"i anlatmak olacaktı.
Bugünlerde henüz bitmeyen, ateşi sönmüş ama tekrar ne zaman alevleneceği bilinmeyen bir salgının kıyısındayız.
Bir toplum hatta insan türü için bir salgının ne denli yıkıcı olduğunu hatta yok oluşa götürebileceğini henüz yaşadık.
Tüm salgın boyunca, hakikatler özenle ve ustalıkla saklanıldı.
Hem hasta bakan sağlıkçılardan, hem hastalanmamaya çalışan kamudan saklanıldı.
Yalnızca hazırlıksız olmakla, hazırlık için işe yarayacak tüm izleri silmekle kalmayıp, olmakta olanları da gözden ırak, sözden uzak tuttular.
Dünya Sağlık Örgütü tarafından yapılan bir modelleme çalışmasında gerçekte ölümlerin bildirilen resmi ölümlerin iki buçuk katı yani üç yüz bine yakın olduğu bildirildi.
Bu ölümlerin içinde, hepimiz serbest dolaşımdayken gafil avlandığımız son dalganın, omikronun ölüm sayıları yok.
Ölümlerin ne kadarı çocuk, ne kadarı 65 yaş üzeri, bölgesel dağılımı ne, bunları bilmiyoruz.
Ayrıca bu dağılımlara da erişilip hakikatin hafızasına kayıt etmek önemli ve gerekli.
Hafızadan uzağa alınmaya çalışılan en yakın yaşanmışlık yaşadığımız afetin toplumsal bir felakete dönüşmesine dair olandır.
Ama tıpkı tarih yazanların yaşanmamışlıkları yazmadığı gibi pandemilerde de kurtarılmışlar yazılır, ölülerin kaydı sonradan arşivin tozlu sayfalarından taşar.
Aslında pandeminin ateşi söndü nefes alacağız zannederken artık bağışıklıkları iyice baskılanmış yaşlılar ve kanser hastaları gibi hastaların infeksiyonları, sağlık sorunları ile dolup taşan acillerin telaşı ve ürperten hakikatleri var sağlık sisteminin.
Sağlıkta ancak bugün fark edilen ve artık geriye dönüşümsüz olan hasarlarıyla birlikte tüm hakikati anlatabilmek için önce hafızaya dönmek gerekir.
Ben de öyle yaptım ve önce "Sağlıkta Dönüşüm" adlı garabetin yirmi yıllık gelişimini anlattım.
Yaşamakta olduklarımızın sebebi sistemin ağır hastalanması, hastalığın sebebi ise "Sağlıkta Dönüşüm" adlı bir kapitalist sermaye macerası.
Sağlıkta Dönüşüm bir Dünya Bankası projesidir.
Yirminci yüzyılda, bir büyük salgın ve iki büyük savaş ile milyonlarca kişi ölmüştü.
İlaç, teknoloji bakımından güncel tıptaki önemli gelişmeler ise aynı yüzyılın ortalarını buldu.
Yaşanılan travmalardan olsa gerek, insanlarda ölmemek ve yaşlanmadan uzun yaşamak arzusu oluşmuştu.
Oluşan bu sağlıkta tüketim arzusunu değerlendiren sermaye kaçınılmaz olarak sağlığı da sermaye birikimine katmayı hedefledi.
Dünya Bankası da 1970'lerden itibaren, kapitalist sermayenin bu arzusunu, reform adı altında "Sağlıkta Dönüşüm" projeleriyle fonladı.
2003 yılına kadar pek çok iktidarın iştahını kabartan ama cesaret edemediği proje bu yıldan itibaren adım adım hayata geçirildi.
Önce kapsamının genişletileceği vaadi ile sağlık finansmanı tek çatı altında toplandı, bölgesel, entegre ve koruyucu sağlık hizmetlerini sürdüren sağlık ocaklarının yerini tedavi edici aile hekimliği sistemi aldı.
Sonra dönüşüm tüm sağlık sistemini değiştiren yasalar ve kamu-özel işbirliği düzenlemeleri ile sürdürüldü.
Sağlık, AVM'leri gibi diye tanımlanılabilecek ve katrilyonlarca kamu borcu oluşturan Şehir Hastaneleri, Kamu Hastaneleri Birliği dışında bırakılıp borç batağında çırpınan üniversite hastaneleri ile artık eğitim, araştırma ve koruyucu sağlık hizmetleri sürdürülemez oldu.
İnsanlar sağlık sistemine başvurmaya özendiriliyor, sağlığa bütçeden ayrılan pay artırılmazken, sağlık çalışanları tüm maddi ve özlük haklarından ödün vermek zorunda bırakılıyordu.
Sağlık hizmeti tümüyle bireysel, ilaç tüketimine dayanan bir sisteme evriliyor, genel sağlık sigortası kapsamı dışında kalan her beş kişiden bir kişi bu açığı acillere başvurarak gideriyordu.
Yapılan çalışmalar, 2017 verilerine göre Türkiye'de yoksulluk ve sosyal dışlanma oranının yüzde 41.3 olduğunu gösteriyor (1. Yoksulluk ve Sağlık, Kayıhan Pala,TORAKS BÜLTENİ ARALIK 2019, 2. TTB tarafından basılan Toplum ve Hekim dergilerindeki derleme makalelerden yararlanılmıştır.)
Yoksulluk, sosyal dışlanma ve beslenememe, obezite, solunum hastalıkları gibi pek çok başka sağlık sorununa yol açan ve en çok gereksindiği sağlık sistemine erişimi de sorunlu olan ölümcül bir durum.
Pandemi ve çığ gibi büyüyen yoksulluk ile temel insan hakkı olan erişilebilir eşit ve nitelikli sağlık hizmeti sunan sağlık sistemi artık çok acil ve yaşamsal bir gereksinim.
Erişilemeyen sağlık hizmeti ölümcüldür, niteliksiz sağlık hizmeti ise hastalandırıcı.
İşsizlik arttıkça, sağlık sigortası kapsamı dışında kalan sayısı hızla artıyor.
Olup bitenleri kavrayamazken çok hastalanan, erken ölümlere tanıklık eden nüfus öfkesini kendisi gibi sistemin mağduru olan, yok ederse yok olacağı, sağlıkçıya yönlendiriyor.
Sağlığın hakikatleri hafızanın çok kolay alacağı gibi değil.
En az yirmi yıldır üzerinde ustalıkla çalışılan, başlangıçta vaatleri ile herkesi oyalayan ve sermaye sahiplerinin yüzünü güldüren bir dönüşüm bu.
Dönüşümlerin zamana ve yaşamsal olana direndiği bir coğrafyada en acil dönüşmesi gereken bir dönüşüm.
Şairin dediği gibi:
"Hafızanın adaleti herkesi hak ettiği biçimde hatırlar."
Aynı panelin açılış konuşmasını yapan Rıza Türmen'in alıntıladığı üzere:
"Direnmek hakikati söylemeye cesaret etmektir."