Bir zamanlar "Turquality" vardı. Motto'su "Discover the Potential" (gücünü ve potansiyelini keşfet) idi. TIM/Mehmet Büyükekşi ve ekibi dönemi, bu logoya ciddi dolarlar ödediği için, yer yerinden oynamıştı. Bu logo altında kaç global marka çıkarttık? Bu markalardan dünyada ilk 100'e giren var mı? Gerçekten markalaştık mı? Kimlere yaradı? Bunun için kaç "heyet" kaç kez dünya seyahati yaptı? Tekstil dışında hangi alanlarda marka çıktı ve o destelenen markalardan hangisi bugün aynı çizgide işine devam etmekte?
Turquality sertifikası vardı. Ülke logosu olarak kullanılması zorunlu tutuldu ve genelge yayımlandı. Evrildi, çevrildi o logo unutuldu. Yenileri yapıldı. Hatta birkaç tane eklendi. Üzerinde kullanılan grafiklerdeki anlamların da, "birliktelik, Doğu/Batı, dünya, buluşma, uyum, inovasyon, sinerji, büyüme" olduğu anlatıldı.
Ucunda lale olan bir "Türkiye" logosu yapıldı. Sultanahmet meydanında turistlere lale görseli kapatılarak dağıtıldı. Hollanda ile aramızdaki "Lale sizin, hayır bizim!" konusu nedeniyle uzun süre tartışıldı.
Belki üç beş halı, kilim motifinden alıntı yapılarak biraz Louis Vuitton, biraz eli belinde motifi ile süper logomuz olmuştu. Geleneksel motifler kullandık, denildi.
Bir dönem AKP'li belediyeler, marka şehirler projesi başlattı. Planlanıp duyurulurken yok oluverdi. "Heyetler" dünyadaki kardeş belediyelerine ziyarete ve öğrenmeye gittiler. Hediyeler alındı, verildi. Karagöz Hacivat mı götürülmedi, Polyester karpuz mu götürülmedi. İnovasyonu çağrıştıran neler neler yaptık.
Fındık tanıtım grubu, zeytinyağı tanıtım grubu, narenciye tanıtım grubu... Neler kuruldu neler... Ülke tanıtılamadı.
Emitt fuarı Şanlıurfa standında, arkada neon ışıklı Göbeklitepe, önde bıyıklı bir adam çiğ köfte yapıp turistlere mi uzatmadı, Bodrum standında dansöz mü oynatılmadı, Bursa standında plastik bebek mi dağıtılmadı, Cindy Crawford'a Türkiyeyi tanıtsın diye milyon dolar mı ödenmedi, Moskova'da "yakalarsam muck muck" konserleri ile mi tanıtılmadık...
Türkiye Tanıtım Grubu kuruldu. Konserler dizisi, fındık dağıtmalar, dijitale geçiş yılları ve turiste Mona Lisa sergisi bile yaptık. Tarih öncesinden söz etmiyorum.Çok uzak değil.
Olgunlaşma enstitüleri, Amerika defileleri, nakliye TIR'ları, müzik grupları götürdük. Yine "heyetlerimiz" ve alışveriş turlarımız... Ama ülkemizi tanıtan, şapkasında hem Osmanlı, lale, hem Hitit heykel taşıyan kızlarımız ülkemizi tanıttı.
Bu şahane ülke, kaymakamların eşlerinin beğenileri ile "fuara ne koysak, hangi ülkeye gidip gezsek ama hiç öğrenmeden sadece otelde kalıp eğlensek" düşünceleri ile, ve ülke genelinde yıllık stratejik kültürel etkinlik planlamamız olmadığından yerel yönetimlerle ancak bu kadar oldu. Kültürümüze sahip çıkamadık. Kutsal topraklar Mezopotamya'yı bile tanıtamadık. Bu derece önemli bir toprağı bile.
Bodrum gibi bir cenneti, Ajda Pekkan ile tanıtmaya kalktık. Yabancı sanatçıların heykellerine milyon harcadık ama İlhan Koman'ın galeri teknesini Bodrum sularında çürüttük.
Ortakent Yahşi, hâlâ vidanjör ile temizleniyor. Hâlâ Bodrum'un girişindeki aydınlatmalar yarı kırık, yarı led, yarı sarı ışıkla duruyor. Ama otobüslerde neon ışıklarımız var. Araba kiralama şirketleri, reklamcı oldular ve ülkenin en marka yerinin arkeolojik kararlarını verebiliyorlar. Kurulan tanıtım gruplarının kimlerden oluştuğuna bakmak çok zor değil. Ahmet Ertegün'ü anımsadığımda, Bodrum'a davet ettiği yüksek kalite insanlara baktığımda, Sting'e Bodrum sandaleti yapan Ali Güven'e bir müze yapılmamış olmasını unutamayacağız. Bodrum Yağhane'nin cafe ve restoran yapılmış olmasına, Ortakent'teki minik Yağhanenin zeytinyağı müzesi olmamasını eksiklik olarak görmeyen ortak akıla hayret ederek bakıyorum. Önünden geçip görmeyen gözlere...
250 sanatçının yaşadığı Bodrum'da hâlâ Contemporary İstanbul 'da on metre yer alıp bir kişinin kararı ile sanatçı seçen akıla hayret ediyorum. Kültürden sorumlu Belediye Başkan Yardımcısı Hanımefendi'nin sadece yakınında olanlarla iş yapmasına hayretle bakıyorum. Sanat kurulunda yer alanla, sergisi yapılanın, kitap basılanın, her alanda destek olunanın aynı 15 isim olduğunu gördükçe, her şey yeniden doğrulanmakta.
Azra Erhat'ın 1954 de yazdığı kitabındaki önsözün bugün de geçerli olması çok düşündürücü. Balıkçı kalkıp gelse ne der bilmem.
Kültürel değer üretmek ve ekonomiye katmak sadece marka ofisleri ile olmuyor. Bu ofislerin danışma kurulunda sosyolog, sanat tarihçi, arkeolog olması gerekmez mi?Bu ülke ne zaman "Ben yaptım ve oldu!"dan kurtulur?
Markalaşma ve ülke imajı ise çok dikkat ve özen gerekmez mi? Yerel ve kalıplaşmış çizgide kültür sanat yönetmeye kalkınca elinizde bir saatli bomba var demektir. İçerik oluşturmadan "Ben yaparım!" derseniz elinizde patlar. Sonra yaraları sarmak için büyük efor ve maddi olanakları seferber edersiniz ama olmaz. Uluslararası arenada oynamak, farklı bir kültürden gelmeyi, sanatsal disiplinleri tanımayı ve vizyoner olmayı gerektiriyor.
Kurum kültürü algoritmik bir yapıdır. En tepe yönetimden başlar, çalışanların servisinden, kapıdaki valeye kadar uzanır ve bu her alana yansır. Müze mağazalarından, milli saraylar mağazalarında satılan ürünlere, kurumsal hediyelere, devlet hediyelerine, sofralardaki çiçeklere kadar giden uzun bir yolculuk. Bunlar belli planlar içinde olmadığı ve kişilerin özel beğenileri ile yürüdüğü için de son dakika Paşabahçe'ye koşup ne varsa alıverir ve konuk devlet başkanlarının eline tutuşturuverirsiniz.
Bu ülkeye "estetik bakanlığı" şart. Çok değerli uzman isimlerden bir kadro ile... Bütün belediyelerin, uluslararası fuarlarda nasıl durmamız gerektiğinin, devlet ve kurumsal hediyenin tanımının yapıldığı, şehir logolarına kadar inen birçok disipline rehberlik edebilecek sanat ve zanaat kriterlerine dokunan bir düzenleme geçiyor aklımdan.