Son yıllarda en çok duyduğumuz, içerik oluşturulamayan ve sömürüye en uygun iki kelime: El Sanatları. Nereye çekerseniz oraya doğru uzuyor.
Aslında tam olarak kullanılması doğru olan "Geleneksel Anadolu El Sanatları" ifadesi.
Yirmi yıl önce, Silmar Tasarım Üretim Merkezini kurduğumuzda konuya çok erken dokunduğumuzu biliyorduk. Yine de yaptık. Boğaziçi Sanat Merkezini kurduğumuzda sanırım Türkiye'de Akademi İstanbul'dan sonra kurulmuş tek özel birimdi ve içindeki Gaggenau Yemek Okulu, Seramik atölyesi, Takı atölyeleri, ahşap oymacılık, tombak yapımı ve cam üfleme atölyeleri ile bir ilkti. Aslında erken konuşmuştuk. Şu anda geldiğimiz duruma bakarsak nasıl yozlaştırıldığını, neleri kapsadığını, fuar veya sergilerde nelerin sergilendiğini gördüğümüzde, ne kadar geriye gittiğimiz apaçık ortada.
Çevreye duyarlı, karbon izi konusunu gözardı etmeyen ve kültürel bağları kopartmamış, tasarım ilişkisini ciddiye alan ürünlerden giderek uzaklaşıyoruz.
Zanaat-tasarım arasındaki ilişkinin ne kadar değerli olduğunu anlatmak için Kültür ve Turizm Bakanlığımızın kültür tarafında bu konuda uzman kişilerle çalışmak esastır. Ancak o birim olmadığı için giderek kan kaybeden ve çok büyük ekonomisi olan bir değeri bozuyoruz. Eski Hitit'den günümüze çok büyük uygarlıkların izini taşıyarak geldiğimizi unutup, Göbeklitepe heykelleri polyester yapabilen, Paşabahçe'nin neredeyse kopyası olan, içinde taklit replikalar bulunan müze mağazalarımız var.
Milli Saraylar Mağazaları Çin üretimi obje satmakta. Oysa içinde sergilenen eserlerin birebir örneklerinin üretildiği atölyeleri vardı. Sadece onlar satılırdı.
Geleneksel Anadolu El Sanatları, yeniden doğru konumlandırılıp uzman ellere teslim edilmedikçe yozlaşmaya devam edecek ve ben bu konuyu yazmaktan anlatmak vazgeçmeyeceğim.
Uzun yıllar önce bu konuyu açığa çıkartan ve değer veren Kenan Özbel, Oluş Arık, Güran Erbek, Mehmet Kabaş gibi isimler olmasaydı çoktan unutulurdu.
Sanırım en güzel markalaşma dönemini İslam Eserleri Müzesi içinde bulunan ilk replika satışlarının yapıldığı galeri mağaza yaşadı. Orada satılan ürün kalitesi, en güzel Milas halısı, Sıtkı Olçar Seramikleri, Çanakkale gibi özel ürünlerdi.
1860 İngiltere'sinde William Morris'in arts&crafts hareketine öncülük etmesi, İngiliz Sanat Kuramcısı John Ruskin'in ise el sanatlarında endüstri devriminin etkilerinin azaltılıp, makinelerden uzak durulup doğaya dönük ve insan ilişkisi güçlü üretimler yapılmasını savunduğu uzak bir geçmişi olduğunu biliyoruz. Dünyada bu işin ciddi ekonomisinin var olduğunu da...
Biz hâlâ terminolojisini bile tam oturtamadığımız, sürdürülebilir olmayan, üretim kriterleri belirlenmemiş bir açık alanı tüketmeye devam ediyoruz.
Yerel yönetimler sayesinde devam ettirilemeyen sistemler, bir vali veya kaymakam döneminde başlatılıp bir diğerinin geldiğinde yok ettiği bilgi ve birikimler bu topluma çok ağır bedeller ödetmekte ve kültürü kaybettirmekte.
Yerel düşüncelerle yapılanlar, beğeni körlüğü ve halkı giderek düşük bir beğeni seviyesine indirerek yapılan tanıtım, sergi, festivaller sayesinde bu şahane uygarlık elimizden kayıp gidiyor.
Biz yüksek sanat diyebileceğimiz saray kültüründen geliyoruz. Değerlerimizden sadece "telkırma" dediğimiz iş, kadife bir yastık üzerinde dünya markası olabilir.
Bunu sadece sabun ile yapabiliriz. Dünyada yüzyıllar boyu sadece sabunu markalaştırmış, şahane paketlere koymuş ülkeleri hepimiz biliyoruz. Bir ürünle dünyada tanınan ve varoluşuna değer katan şehirler var.
Biz neden hâlâ devlet hediyeleri denilen kavramın kriterlerini belirleyemiyoruz?
Protokol masalarımızda kapaklı pilav tasında çiçek sunuyoruz.
Dünyanın en önemli kültür merkezlerinden Haydar Aliyev Kültür Merkezinde dünyanın farklı ülkelerinden gelen hediyelerin sergilendiği alanda, neden bizim lekeli gümüş kaplama leğen ve ibriğimiz var?
Flok baskılı içi polyester astarlı ucuz kutulara şahane yıldız porselenleri koyuyoruz?
Sosyal medyada gördüğümüz bakanlara verilen veya kurumların birbirine verdiği hediyelerin daha uzatılırken bile düz duramayan ağır çerçeveleri, alanın nereye koyacağını bilemediği boyutları ile biz nasıl anlatılıyoruz?
Aslında biliyoruz ki her şeyde "Ucuz olsun. Bütçe yok" gerekçesi var. Peki bu kadar gereksiz çöp ürünü üretirken harcanan zaman, harcanan emek, harcanan bütçeler nerden geliyor?
Başına getirilen beyefendinin çok rahatlıkla ben bu işten anlamam dediğini anımsadıkça aklıma oraya harcanan bütçe ile bugün iki güzel sanatlar fakültesi kurulabileceği geliyor. O sistem ne yapar? Oraya gelip zaman verenler daha iyi üretimi öğrenmeyi, tasarım değerini, dünyaya uyumlanmayı hak etmiyor mu?
Yerelde kurulan devlet destekli veya uluslararası proje desteği alan sistemler incelense ortaya nasıl bir profil çıkar?
Bunu değerlendirecek olan ve gerçekten konusunda uzman on isim seçip bir yönetim biçimi neden oluşturulmaz?
Yüksek sanat konusunun en iyi örneklerini oluşturmuş Olgunlaşma'lar nasıl dünya markası olma fırsatını kaçırdı?
Nedeni çok basit .Sadece tekstil ve nakış ile anılır. Oysaki Adana Olgunlaşma takı bölümü mükemmel iş üretir.
Antalya Olgunlaşma Kaleiçi, bugün birçok takı atölyesinde olmayan olanaklara sahiptir. Neden dünya markası olmaz? Çünkü tasarım dokunuşu olmadan "ben beğendim" kriterleri ile düşük üretim kalitesi ve optimal zaman kavramını dikkate almadan üretim olmaz, ya da üretim olur, ama kalitesi olmaz, ya da markalaşma süreçlerini yönetecek ortak akıl kurup denetleyemediği için yarıda kalır.
Minik bir takıya kullandığı fiyat etiketi ile kaftanda kullandığı etiket aynı boyutta olduğunda, bunun ne anlama geldiğini düşünmeyen ellere teslim edilir ve yine yerel kalır.
Bizi böyle tanıtmak ve anlatmak, bu ülkenin değerlerine sahip çıkmak değil.
Bu beğeni körlüğü ve bakış açısı bizi bir yere taşıyamaz.
En iyi örnekleri yaptığımız markalarımız oldu. Osmanlı'yı Selçuklu'yu çok iyi yorumlayan, tasarım dokunuşu ile günümüzde kullanılır ürüne dönüştüren, gurur kaynağı...
Bunları yeniden yapmak, usta çırak ilişkisini yeniden kurmak yakışır bize.
Her ürün, bize yapıldığı ve yaşandığı dönemin ipuçlarını verirken, bir yandan da hikâye anlatır. Biz o hikâyeyi kaçırırsak, masal dünyamız da yıkılır. Bir daha Beykoz cam yapamayız.
Yeniden Kandilli Yazmaları'nı üretemeyiz ve neden su kenarında yapıldığını unuturuz, unuttururuz.
Daq denilen muhteşem beden sanatını nasıl anlatabiliriz?
Bir Nasra Anamız daha yok, olmayacak...