Bütün dünya birlikte aynı gündemi yaşıyoruz. Çin'den Amerika'ya, Avrupa'dan Hindistan'a, Arabistan'a her yerde gündem COVID-19. Ben bu yazıyı yazarken, Dünya Sağlık Örgütü dünyada konfirme edilen vaka sayısını 2 milyona yakın; vefatı ise 131 binden fazla olarak açıklıyordu. Üstelik uzmanların görüşüne göre henüz hayati riskte küresel bir yavaşlama yaşanmaya başlamadı. Başka bir deyişle can kayıplarının artacağını biliyoruz. Rakamları yazmak kolay, yaşamak çok büyük acı.
Bütün dünya sistemin durmaya yaklaştığı bir anda kaldı. Hayati tehlikenin geçeceği güne kadar herkesten evde kalması isteniyor. Bildiğimiz sistemler neredeyse işlemiyor; evlerin kapısından ülkelerin sınırlarına geçişler daralıyor, kapanıyor. "Gerekmedikçe" ifadesi her yasağın başına ekleniyor. İşte eşitsizlik de burada başlıyor.
"Dışarı çıkacağımız" gün, dünyanın bıraktığımız yer olmayacağına inanıyoruz. Çoğunluğun kaybedeceği bir çıkışa doğru gidiyoruz. Üstelik o çıkışın nerede olduğunu da bilememekten endişeliyiz. Dışarı çıktığımız gün ilk değişim, insanlarda olacak: Vatandaşlarda, seçmende, tüketicilerde… İnsanlar, "evde kal" çağrılarını ne durumda aldığı ve evden nasıl çıktığı değişkenleriyle dönüşecek. Mikro ölçekte ifade edersek; hastalananla sağlıklı kalabilen, eve kapandığında aç kalanla bir yıl çalışmasa da keyfi kaçmayacak olan, işini evinden sürdürebilenle çalıştığı fabrika kapanan… insanlar aynı şekilde dönüşmeyecek. Özetle; bu pandemi kimseyi eşitlemedi, eşitlemeyecek.
Bir de içinde yaşadığımız ülkelerin yönetim biçimlerini değişkenler arasına ekleyebiliriz. Koronavirüs rakamlarını tam olarak açıklayıp açıklamadığından bile emin olamadığımız totaliter liderler bir yana; Macaristan gibi süresiz OHAL ilan edenler, Polonya gibi yaklaşan seçimleri mektupla yapmayı teklif edenler, Nijerya'da sokağa çıkma yasağını ihlal eden 18 sivili öldürenler ile ülkesinin sınırlarını Ocak 2020 itibarıyla kapatarak koruyan, halkına "siz sadece sağlığınızı düşünün gerisini biz çözeceğiz" diyerek güç verenler, insanları dışarıya çok farklı çıkartacak.
Saydığım sayamadığım pek çok değişkenle geleceğe baktığımızda görebildiğimiz iki yol olduğunu Yuval Noah Harari'nin Financial Times'da yayınlanan makalesinden okuduk: "Ya totaliter bir dünyaya ya da sosyal bir dayanışmanın mümkün olduğu bir geleceğe uzanacağız."
Daha dünyayı yeni yeni algılamaya başlamış bir neslin, pandemi öncesi, sırası ve sonrasını biz bugünün yetişkinleri gibi algılaması söz konusu bile olmayacak. "OK Boomer" neslinin doğaya yaptığımız eziyeti, küresel büyük adaletsizliği, ihtiyatsızlığı, siyasi rant uğruna harcanan yaşamları… sorgulamayacağını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü COVID-19 neslinin bugünümüzde hiçbir etkisi yok. Bugünü biz yarattık. Sorumlusu biziz. Üstelik COVID-19 neslinden çok daha önce bu dünyayı olduğu gibi bırakıp gidecek olan da yine biziz. Bu dünyayı bizim enkazımız olarak onlar devralacak.
Özgüveni, itiraz etme cesareti, farklı sosyolojik gruplarla rahatlıkla iletişim kurabilme becerisi göstermesi gibi özellikleriyle geleceğimize dair umut yaratan Z kuşağından sonra COVID-19 kuşağının bizi daha da umutlandırması gerekir. Çünkü Alfa kuşağı olarak adlandırılan bu jenerasyon, 2010 sonrasında dünyaya gelmiş, dünyanın içinde neden sınırlar olduğunu bir türlü kavrayamayan bir nesil. Otoriteyi, kurumları sürekli sorguluyor; anlam arayışıyla diğer kuşaklardan net bir şekilde ayrılıyor. Şimdi bu nesli pandemi nedeniyle evde kalması için ikna ettik. Evde kalmakla ilgili en az şikâyeti olan nesil olduğunu sananlar da var. Teknolojiye yatkınlıkları hatta düşkünlükleriyle çok ünlüler. Ama bir o kadar da kurallara "bozuk atıyorlar". Onlar, bilgiye erişimi en kolay kuşak. Bugünümüzün sorumlusunun hangi kararlar, hangi adımlar ve hangi tercihler olduğunu herkesten daha iyi bilecekler. Şimdilik sordukları soru basit: "Neden herkes evinde kalamıyor da virüsün önü hızla kesilemiyor?"
Küresel adaletsizliğin en temel sorusu da bu değil mi?
COVID-19 kuşağı olarak adlandırdığım ve 10 yıl sonra iş ve siyaset dünyasına katılacak alfa kuşağı, çok yakında dünya nüfusunun yüzde 20'sinden fazlasına karşılık gelecek. Üstelik bu kuşak içindeki büyük payı da nüfus büyüklüğü ve artış hızı nedeniyle Çin ve Hindistan alfaları alacak. Başka bir deyişle dünya, Çin'de ve Hindistan'da ektiğini yakın gelecekte biçecek. Harari'nin çizdiği iki yoldan birini tam da onlar seçecek.
Yaşar Kemal'in 2008 yılında söylediği gibi: "Bugün milyonlarca insan açlıktan, bakımsızlıktan ölüyor. İnsanların yoksulluğu devam edemeyecek böyle, ya insanlık yok olacak ya bu sistem devam edemeyecek. Ne halt ederlerse yapsınlar. Bugün için konuşmuyorum, bugün çok kötü şeyler yaşıyor insanlık bundan sonra kesinlikle yine yaşanacak." Biz, bunu biliyorduk. Buzulların erimesiyle binlerce yıllık nice virüslerin daha hayatımız için tehdit olacağını bilim yıllardır ayaklarını yere vura vura söylüyor.
Noam Chomsky de aynı fikirde; pandeminin, "asıl riskin küçük bir kesiti" olduğu görülüyor. Çünkü pandemi ortadan kalksa bile elimizde küresel yok oluşa neden olan iklim krizi ve bütün korkunçluğuyla nükleer savaş tehdidi duruyor.
Aziz Petrus Bazilikası'nda hiçbir izleyicisi olmadan gerçekleştirdiği ayinde konuşan Papa Francis de bütün dünyayı uyardı. Çatışmaları, silah satışını durdurma ve yoksul ülkelerin borçlarının silinmesi çağrısı yaptı. Avrupa Birliği'ne dayanışmayı öğütledi; göçmenlerin korunması gerektiğini ifade etti. Dünyanın düzeninin değişmesi gerektiğinde çoğunluk hemfikir. Çünkü hepimiz biliyoruz ki bugünümüzün sorumlusu, dünya düzeninin ta kendisi.
"Kurt kışı geçirir ama yediği ayazı unutmaz." COVID-19 kuşağı da öyle… Dilerim intikamları acı olsun; bizim tükettiğimiz tüm değerleri yeniden "başımıza sarsınlar". Ama dünya bu haliyle bir 10 yıl daha dayanabilir mi, bilinmez.
Kaynaklar