“Yaşamak değil / beni bu telaş öldürecek”.
Özdemir Asaf’ın Telaş şiiri, 2023’ün insanında bir başka yankılanıyor. Bizi öldürür mü bilmem ama bu telaş, bu hız, öncelikle doğruları öldürüyor.
Özellikle büyükşehirlerde, plazalardaki ofislerimizde, kaldırımlarda, metrolarda… Hep hızlıyız. Adeta hıza tutkunuz. Yavaş kalmaktan ölesiye korkan, basamakları zıplayarak çıkan, kâğıt bardaklarda litrelerce kahve içse de çarpıntısı olmayan, hatta kimi zaman glutensiz ve şekersiz “hızlılarız”. Önümüze servis edilen yemeği bir tıkla takipçilerimizle paylaşır, “selfie”mize anında bir filtre döşeriz. Yürürken bile ekranlardan gözümüzü ayırmayız.
Yaşlı, engelli ya da çocuk “yavaşlığına” tahammülümüz yok. Önümüzden bir çocuk yürüyorsa, otobüse binerken bir yaşlının arkasına kalmışsak, market kasasında bir engellinin ardından sıraya girmişsek… Sanki dünyanın sonuna az kalmış ve bizi yavaşlatanlar olmasa büyük kurtarıcı rolünü biz oynayacakmışız gibi bir duygu. İçimizde bir heyecan, önümüzdekinin süratine takılmış, “yavaşın” önüne geçme yollarını düşünen bir zihnin çırpınışları…
Dünyayı da böyle takip ederiz. Sosyal medya hesaplarımızı saniyeler içinde kaydırır, haberi başlıklarından tanır, gündemi spottan anlarız. Ortalama iki ekrana aynı anda bakarız. Dizi izlerken Instagram’ı, maç izlerken Youtube’u, Netflix izlerken Twitter’ı ıskalamayız. Bir saniye dursak, dünyanın dönüşüne ayak uyduramayacakmış, biz sosyal medyadan çıksak kör ve sağır kalacakmışız gibi… Günde ortalama 85 kez, yani 15-16 dakikada bir telefonumuzu kontrol eder, hiçbir mesajı kaçırmayız. İnternetin, akıllı telefonların ve sosyal medyanın birer organımıza dönüştüğü dönemdeyiz ve biz de artık hızın ta kendisiyiz!
Ülkemizde, günde ortalama 7 saatini internette ve bunun da önemli bölümünü sosyal medyada geçiren kullanıcılar, haberleri çoğunlukla sosyal medyadan takip ettiğini ifade ediyor. Ancak Deloitte’un Dijital Tüketici Trendleri araştırmasına göre katılımcıların yüzde 84’ü “yalan haberler günümüzün sorunudur” derken yüzde 64’ü de “neyin yalan haber olduğunu söylemek zordur” demiş. Haklılar. Yakın zamanda yapılan bir araştırmaya göre sosyal medyada paylaşılan medikal bilgilerin yüzde 40’ı yanlış ve hatta bunların yüzde 20’si de sağlığı tehdit eden ifadeler içeriyor.
Üstelik yayıncılar da endişeli. Oxford Üniversitesi Reuters Gazetecilik Enstitüsü’nün Türkiye’nin içinde olmadığı bir grup ülkede yapılan çalışmayı içeren raporuna göre, yayıncıların yüzde 72’si insanların haberlerden giderek daha fazla kaçınmasından endişe duyduğunu söylüyor. Haber formatını değiştirmeyi düşündüklerini ifade eden yayıncıların yüzde 66’sı bu eğilime karşılık ilham verici haberlere daha çok yer vermeyi planladığını, yüzde 48’i ise daha fazla olumlu haber yayımlamak istediğini söylüyor. Sosyal medya kullanım alışkanlıklarının haberciliği dönüştürmesinin en temel örneklerinden biri olsa gerek.
MIT’nin yürüttüğü bir araştırmaya göre yalan haber, doğrulanmış bir içerikten en az 10 kat hızlı yayılıyor. O halde içeriklerin doğru değil, sansasyon içermesi “işe yarıyor.” Bir sosyal medya içeriğinin bir bilgi ya da beğeni paylaşmasındansa genel kabulün dışında bir yorumu, uydurma bir veriyi paylaşmasının yayılım etkisi tartışmasız şekilde yüksek. İşte bu cazibe de ünlü olmak, takipçi artırmak ve bu yolla servet elde etmek isteyenleri “büyülüyor”. Pandemi döneminde servetini katlayan, başını Dr. Joseph Mercola’nın çektiği “dezenformasyon düzinesi” gibi, yalan içerikleri bizzat hazırlayıp yayınlayanlar gibi, daha fazla etkileşim uğruna bu içeriklerin yayılmasını sağlayanlar da suçlu. Ama bir de algoritmaların yarattığı “filtre baloncuğu”nun içine hapsolmuş “sıradan” kullanıcılar var ki onların durumu daha masum. Yalan haberlerden, sahte içeriklerden hiçbir gelir elde etmez, hatta özellikle sağlık içerikli olanlarını dinledikleri için yaşamları tehdit edilirken yine de bu çarkın bir dişlisi de onlar oluverir.
Doğaldır ki sosyal medya platformlarının algoritmaları, kullanıcıları tanımaya ve onların tercih edeceği içerikleri ve hatta reklamları karşılarına çıkarmaya odaklanıyor. Bu yönde kullandıkları algoritmalar da kullanıcıların “beğendiği”, izlediği, belirli bir süre baktığı içeriklerin benzerlerini yine kullanıcılara sunuyor. Algoritmalar ilgi alanınızı tanımlayıp sizi adeta bir “filtre baloncuğunun” içine hapsediyor. Benzer iddiaları savunan içeriklerle düzenli olarak karşılaştıkça da siz, söz konusu iddianın doğruluğuna neredeyse emin oluyorsunuz. Ne de olsa onlarca mecrada aynı savın paylaşıldığına tanıksınız.
İşte bu noktada komplo teorilerine kapılma riski de yükseliyor. Uzmanların, insanların kendilerini etrafta olan bitene karşı güçsüz hissettiğinde sığındığını söylediği komplo teorilerinin, herkesin bildiğinin dışında bir bilgiye sahip olma hissi yaratarak güçlü hissettirdiği biliniyor. Özellikle savaşlar, ekonomik krizler ya da pandemi gibi bireysel olarak mücadele etmenin çok güç olduğu dönemlerde, kendini etkisiz hissetmek yerine, yaşananların “bir üst akıl” ile düzenlendiğine inanmak rahatlatıcı bir rol oynayabiliyor. Kendi cep telefonuna “küresel büyük oyunun şifreleri”nin geldiğine inanmak, hızla bakılıp geçilen içerikler arasında bir keyif de veriyor olsa gerek.
Oysa hız ve doğruluk arasında maalesef ters orantı söz konusu. Doğrulamak, kaynağı araştırmak, hatta tartıp biçmek için gereken “zamanı olmayan” kullanıcılar, karşılarına çıkan içeriği/haberi, belki de tam anlamadan hafızalarına kaydediyorlar. Basının editoryal denetiminin bittiği, sosyal medyanın “haber mecrası” kabul edildiği bir ortamda algoritmaların yönetimi ele geçirmesiyle ortaya başka ne çıkabilirdi ki? Bu tehlikeli sonuç, sağlığımızı tehdit eden yanlış bilgilerin yanı sıra toplumsal olaylar karşısındaki tutumumuzu şekillendiren yanlış siyasi kararlara yönlendirmesi açısından da ciddi bir tehdit unsuru içeriyor. Literatürde en yaygın örneğinin Brexit referandumu olduğu belirtiliyor. Bizde yaklaşan seçimin yarattığı atmosferdeki risk de burada.
Doğru haber için bütçe ayırmak, haberi kaynağından takip etmek, sosyal medyada rastlanan her içeriğe hemen kapılmamak önemli. Ama önce yavaşlamak gerektiği de kesin. Önerim, kullanıcıların borsadaki “devre kesiciler” misali, durup ne okuduğunu, ne izlediğini anlamak için kendisine zaman vermesi. Aynı “yavaşlığı” algoritmalardan beklemek isterdim ama böyle bir yatırım ufukta görünmüyor. Onlar “belgesel” kategorisinde komplo teorileriyle bezeli içerikler yayınlamaya, yalan haberlerle artan etkileşimden reklam geliri elde etmeye devam edebilirler. Teyit kuruluşlarının bütün internetteki içerikleri taraması da mümkün olmadığına göre şimdilik kullanıcıların gözünü dört açmak için biraz yavaşlamasından başka bir çare yok gibi.
***
Bu arada bir teyit de benden gelsin: Çincede kriz, fırsat demek değil. Finlandiya’da haftada 4 gün, günde 6 saat çalışmaya geçileceği haberi de doğru değil. Kendi krizimizden bir fırsat yaratıp haftada 4 gün çalışacak zenginliğe erişebilmemize de çok var.