Modern ‘sevgi filozoflarının’, tüketici zihniyetin tuzaklarına düşüp kendinizi aşkın hakiki tabiatına dair esaslı bir yolculuğa çıkmaktan mahrum etmeyin. Aşk, çelişkileri, karanlığı, acı ironisi, tanrısallığı, dünyeviliği, bencilliği ve hayal bile edilemeyen bilinmezleriyle hala koskoca bir sır. Simon May, Aristo, Ovidius, Lucretius, Spinoza, Nietzche, Freud ve Proust gibi farklı düşünür ve yazarlarla çok eski ve yeni bir ‘aşk diyarına’ çağırıyor.
İçinde ‘aşk’ sözcüğü geçen herhangi bir cümleyi, başlığı, hikayeyi, romanı, filmi, haberi, makaleyi, incelemeyi vs. gördüğünde küçümseyen ‘modern insanın’ kibrini epey ironik bulurum doğrusu. Aşkı bütün yönleriyle sömürme ve suistimal etme fırsatını kaçırmayan insan, onsuz yaşayamayacağı bilgisini içselleştirdiği halde başkalarını küçümsemek için alay mevzuu haline de getirir. Bu yaklaşımındaki en temel çelişkilerden biridir.
İlişkileri duyguların derinliğiyle tarif edeni ‘aşk yazarı’ diye etiketlemekten tutun da sırf iyi bir aşk hikayesini olduğu gibi anlatmayı tercih etti diye yönetmeni ‘kız filmi’ yapmakla itham eden ortalama erkek bakışına kadar çok farklı ve acıklı çeşitleri vardır bu hastalığın. Aşkın kendi doğasının dışına taşarak çürümesinde, tüketim nesnesine dönüşmesinde ciddi sebepler göz ardı edilemez elbet ama esas soru sistemin yarattığı o büyük çöplüğe rağmen ‘aşk’ın neden hala ‘sorgulanamaz/kutsal’ olduğu bence.
Aşkın büyüsünü yok etmekte en az bu indirgeyici bakış kadar felsefenin de başarılı olduğunu düşünen, ‘Aşkın Tarihi’nin yazarı felsefeci Simon May, haklı olarak okura soruyor: “O zaman bu tutarsızlık niye? Lafa gelince aşk her yerde olduğu halde, neden bir anlamda girilmesi yasak bir bölgeyi çağrıştırmaktadır? “ Ve cevabını vermeden önce hatırlatıyor: “Şayet Platon, Arisototeles, Augustinius ve Aquinalı Thomas gibi batılı aşkın en önemli kurucularından bazılarına ya da 17. yy’daki Spinoza ve 19.yy’daki Schopenauer gibi felsefecilere aşkın tarifinin mümkün olup olmadığını ya da aşkın doğasına dair zincirlerinden boşanmış bir tefekkürün insanın daha iyi sevebilmesine olanak tanıyıp tanımayacağını sormuş olsaydınız, sorunuz karşısında hayretler içinde kalırlardı. Onlar için aşk, ayrıntılı tarifini yapabilecekleri bir kavram olmakla kalmazdı; aşk felsefelerinin ve dolayısıyla etik, metafizik ve estetik gibi bugün pek çok açıdan birbirlerinden bağımsız görünen disiplinlerin merkezini de oluşturmaktaydı”.
Bu cevabın can alıcı noktası; 21.yy’ın insanının sahip olduğu farkındalığa rağmen May’in sözünü ettiği disiplinlerden ve farklı düşünce sistemlerinden bihaber yaşaması ve hatta ‘bir kavram olarak aşk’ hakkında düşünmeyi bile taammüden reddetmesi. Bu kasıtlı küçümsemenin acıklı yanı da ‘modern sürünün’, tarihini bilmediği, tarifini yapamadığı bir kavramın içini boşaltırken, asırlardır tabiatı hiç değişmeyen aşkın eksikliğine giderek daha çok ihtiyaç duyması.
Peki, toplumsal-bireysel ilişkilerin dinamikleri zamanla değişse de, aşkın özüne dair hakikatin aynı kalması mı onu ‘dokunulmaz’ kılıyor gerçekten? Aşkı bütün katmanları ve tükenmeyen dikenli sorularıyla kurcalamak neden bu kadar küçümsenir oldu? Kendini akıllı addeden ‘yeni edebiyat ve sanat’ yaklaşımı neden ‘aşktan’ çıplak haliyle bahsetmekten neredeyse utanır oldu? Ya da May’in hatırlattığı gibi ‘Aşk gerçekten de içimizdeki en kişisel ve mahrem duygu mudur’. Bunun için mi aşka içtenlikle dokunan farklı sebep ve yöntemlerle cezalandırılıyor? Öyle bile olsa sırrına vakıf olunamayacağını düşündüğünüz bu büyülü, hastalıklı, çelişkili ‘varoluş’ halini anlama çabası hala kıymetli değil midir?
Yazının bu kritik dönemecinde, yola aşkın çabuk tüketilen bir efsane olmadığını düşünenlerle devam edeceğiz sanırım. Simon May’in ‘Antik Çağdan Modern Dünyaya - Aşkın Tarihi’ başlıklı kapsamlı incelemeyi yazmasına neden olan bu basit çelişkinin yanı sıra bana anlamlı gelen, ona da başlangıç için yol gösteren bir tespiti var; Aşkın bir dine dönüştürülmesi. Diyor ki, “Nasıl oldu da ilahi aşk insani aşka örnek oldu? Böylesi bir aşırı kibir aşk hakkında ne tür yanılsamalar doğurdu”.
Meseleye böyle bir perspektiften yaklaşıldığında, ‘Batılı sevginin temelindeki Eski Ahit’in’ gerçeklerini idrak ettiğinizde, Hristiyanlık’ta aşkın neden koşulsuz olduğunu ve sonrasında Ortaçağ’dan Rönesans’a kadar insan doğasının nasıl sevilebilir hale geldiğini de daha iyi kavrıyorsunuz. Sevmek, sevilmek diye adlandırdığımız, hayatımızın, sanatın merkezinde duran o büyük kaosun arka bahçesi sandığımız kadar sıradan, tanıdık ve dikensiz değil çünkü.
Aşkın neden bize kendimizi bir ‘bütün’ olarak hissettirdiğini Platon’dan, Aristo’dan felsefeyle zenginleştirilmiş hikayeler aracılığıyla dinlediğinizde bugünkü ‘aşk’ algısının nasıl sığlaştırıldığını da fark ediyorsunuz. ‘Sevgililerimizle dost olabilir miyiz” türünden her gün binlerce kez yinelenen uyduruk soruların cevabını bir antik çağ düşünürü basit ama sağlam cümlelerle cevapladığında ürperiyorsunuz mesela. Rönesans’ta doğal insan anatomisinden büyülenenlerin tanrısallıkla kurduğu ilişkiden, Montaigne’in öteki insanla yaşadığı bireysel haz tecrübesine sıçrayışını izlemek, sevme yetisi hakkında hislerinizi derinleştiriyor. Ya da insanlığı doğanın bir parçası kabul eden Spinoza’nın ‘sevdiğini’ Tanrı gibi büyütmektense küçücük varlığını onaylamasındaki ‘devrimci’ bakışıyla, sıradan bir aşk acısının iklimi arasında kurduğunuz bağ sizi ansızın rahatlatıveriyor.
Ama korkmayın insan doğasına dair yoğun bilgi hazinesini okurun kucağına içtenlikle bırakan Simon May, aynı zamanda üzerine çalıştığı yazarlarla, düşünürlerle dalgasını geçebilecek kadar ‘akademik’ sıkışmışlığa mesafeli duruyor. Wagner, Novalis gibi geç Alman romantiklerinin eserlerinden örneklerle anlattığı ‘Din olarak aşk’ bölümünde kendi görüşlerini de açıklıyor: “Bu geç Romantik dönem aşıklarının, sevme yetilerine güvenleri öylesine yüksek, birbirlerine adanmışlıkları öylesine güçlüdür ki, eğer Tanrı gerçekten de yanlarında olsaydı, evlilikleri üç kişilik olurdu…Her ne kadar O’na olan hürmetlerini açıkça belirtseler de, aslında Tanrı’dan bihaberdirler. Aralarındaki bağa öylesine büyük bir güven duyarlar ki, kendilerini içine attıkları bilinmezlik boşluğundan korkmak yerine onu mutlulukla karşılarlar. Batılı aşkın cesaretinde – ve kibirlenmesinde – yepyeni bir andır bu”.
İnsanın kimyasını bozan, tanımadığı karanlık, vahşi yanını harekete geçiren, dürtülerini kışkırtan, karmaşık duygularının kırbaçlayan ‘aşkı’ sezerek kavrayabilmek için bilgiye ne lüzum var, diyenlerin çoğunlukta olduğunu biliyorum. Benimki saf lakin gerçekçi bir çaba. İnsanlığın evrensel gelişimi düz bir çizgide ilerlemiyor elbet ama ‘öldükten sonra arkasında bıraktığı tek şeyin sevgi olacağına inanan’ modern insanın hala geçmişin gölgesinde, kendisinden öncekilerin ışığında yaşadığını da bilmesinde fayda var.
Nietzsche’nin aşk hakkında neredeyse yeni hiçbir şey söylemediği halde, aşkı kavrama biçimimizdeki devrimin temellerini atmış olduğunu sebepleriyle anlatıyor yazar. O vakit mümkün olmayanın peşinden koşmanın çaresizliğini görürken ‘aşkın’ sadece aşka dair cümlelerle izah edilmediğinin mümkün olduğunu da fark ediyorsunuz. Edebiyatta benzeri görülmemiş bir üslupla aşkı tarif eden romancı Proust’un zıtlıklardan beslenen bakışı bildiğiniz dünyayı tepe taklak ediyor.
Hal böyleyken, bugünün ‘sevgi filozoflarının’ tuzaklarına düşüp kendinizi aşkın hakiki tabiatına dair esaslı bir yolculuğa çıkmaktan mahrum etmeyin. Aşk, çelişkileri, karanlığı, acı ironisi, tanrısallığı, dünyeviliği, bencilliği ve hayal bile edilemeyen bilinmezleriyle hala koskoca bir sır. Sevmek ve sevilmek hala ıstıraplarıyla birlikte en heyecan verici yaşam sevinci. ‘Mutlu aşk yoktur’ sloganına inat, insan sevmeyi seçmez, aşk mutsuz da olur, diyebilmenin tevekkülü sağaltıcıdır. İnsanı kendine dair keşifleriyle diri tutar.
Bırakın ‘aşk’a dair her şeyi cehaletle küçümseme oyununu sürdürenler bu gerçekleri reddederek yaşama taklidi yapsın. Nihayetinde hepimizin biraz eğlenmeye hakkı var değil mi!
Antik Çağdan Modren Dünyaya – Aşkın Tarihi / Simon May – Everest yayınları – Çev. Yeşim Seber