Geçmişe, geleceğe, şimdiki zamanın parçalarınmış ruhuna sıçrayan çok parçalı yapısına rağmen tek bir gecede geçen düşüncelerin romanı ‘Ağaçların Özel Hayatı’, kendini sorgulayan bir yazarın içsesiyle biriken hikayelerin buluştuğu, yazı sanatının sorgulandığı özel bir kitap.
İnsanlığın en basit felsefi soruları gündelik hayat pratiklerinin içinde kaybolur; Kimiz, nereden geliyoruz, nereye kadar gidebiliriz, hayatta ne bekliyoruz vs.. Umut, bu sorgulamanın loş bir yerinde kara bulutların arasından usulca sızan ışık huzmeleri gibi saklanır. Ama esas olan, hayata devam edebilme gücü olan, her şeye rağmen umut etme dürtüsüdür. Duyguların silikleştiği durumlarda gücüyle besler, canlandırır. Gelecek korkutur ama aynı zamanda umudu taşıyarak bize her daim ‘yeni bir hayat tasavvuru’ hazırlar. Şimdiki zamanın içinde yaşadığımız anı unutup, geleceğin aynasından geçmişe bakmanın umut etmekle yakından ilgili olduğunu düşünüyorum.
Geçmişle gelecek arasındaki ilişkinin benzerliği, her ikisinin de ‘canlı’ olmayan bir duruma tekabül etmesinde kendini gösteriyor. Vaktiyle sevdiğimiz birini ‘şimdi’ sevmiyoruz bazen veya gelecekteki belirsiz ‘O’nu bir gün sevmeyi hayal ediyoruz. Geçmişimizdeki bir hatıraya döndüğümüzde ya da geleceğe dair bir hayalin içine yerleştiğimizde ‘şimdiki zamanın’ hazzını hissetmeden hayata teğet geçiyoruz. İnsan, hatırlarken veya geleceği düşünürken kendi olmaktan uzaklaşıyor çünkü. Bana kalırsa yazma eylemi de insanı kendinden epey uzaklara savuruyor. Bu çelişki yazmanın doğasında var. Eserlerini sevdiğiniz yazarlara sorun, çoğu o an kim olduğunu, ne hissettiğini, neden öyle yazdığını pek hatırlamaz. Ama hatırlamanın ve sadece umut etmenin insanı ‘hiçleştirebilen’ karanlığının tersine, yaşarken algılayamadığımız başka türlü, büyülü bir ‘şimdiki zaman’ da hediye eder yazı sanatı.
Edebiyatın bu yönünü bana hatırlatan, Şili doğumlu genç yazar Alejandro Zambra’nın ‘Ağaçların Özel Hayatı’ isimli novellası oldu. Bir üçleme olarak tasarlamasa da, anlatıcı kahramanlarının yazarıyla dolaylı ilişkileri/benzerlikleri, tematik akrabalıkları ve incelikli bağlantıları okur nezdinde bir bütünlük yaratmış anlaşılan. Ben sonuncusundan başladım ve hemen sevdim. Klasik bir roman anlatısının dışında bugünün modern edebiyatını temsil eden ‘oyuncaklı’ yapısı değil sadece beni çeken. Anlatıcının, yakın bir dostuna seslenir gibi kullandığı dilin ve sakin anlatımının kendi üzerine kapanan sertliği de çarptı doğrusu.
Geçmişe, geleceğe, şimdiki zamanın parçalarınmış ruhuna sıçrayan çok parçalı yapısına rağmen tek bir gecede geçen düşüncelerin romanı, hayatını sorgulayan bir yazarın içsesiyle biriken hikayelere dönüşmüş. Eski kuşak Latin Amerika edebiyatının destansı formundan farklı, küçük bir hikayenin içinde, halka halka genişleyen, bazen kesintiye uğrayan, bittiği yerde tekrar başlayan helezonik kurgusuyla, anti kahramanların dolaştığı gölgeli sokaklara korkusuzca dalmış Zambra. Santiago’da öğretmenlik yapan Julian, eşi Veronica’ya beklerken üvey kızı Daniela’ya bir gecede ağaçların özel hayatı hakkında masallar anlatıyor ve bu esnada okura yazarlığın arka planını, meselelerini gösteren tuhaf bir resim çiziyor. Bunun, yazar Zambra’nın hikayesi olduğunu da düşünebilirsiniz tabii. Ne de olsa yazarlar bu tür ‘saklambaçlara’ bayılır ama bence edebiyatının onu çağdaşlarından ayıran kısmı bu tür bilinen post modern ‘oyunlar’ değil.
Romanın kahramanı Julian ‘şimdiki zamana’ ihtiyaç duymayan, geçmişini ve hatırlamak istemediği ailesini ‘silik’ addeden genç bir adam. Pinochet darbesi karşısında susarak gizlenmeyi tercih etmiş bir ailenin, yazının tam da kavrayamadığı gücüyle soluk alabilen yazar oğlu. Genç yazar Julian, onu yazan ‘anlatıcı’ ve hepsine daha yukardan bakan Zambra, üçü de ‘geçmişin artılarını ve eksiklerini hesaplayamaya yazgılı’, geleceği hayal ederken henüz yazılmamış romanların düşünüldüğü bir gecede, ortak bir kaderin dağılmış parçaları gibi göründüler bana; Hayatın büyük boşluğunda ne beklediğini bilmeden beklerken, yazarın istediği gibi anlatabilme, hikaye etme ve yazabilme umudunu koruması. Hepsinin yolları aynı gerçeklikte kesişiyor.
Zambra pek iyimser bir yazar değil hatta saklamaya çalıştığı merhametli şiirine rağmen edebiyatının oldukça katı bir yüzü de var. Anlatıcı, Veronica’nın gelip gelmemesinin önemini yitirdiği o gecenin koyuluğunda Julian’ın boşluğa seslenen kısacık bir anını anlatıyor: “Sesi bir yudum kuru hava gibi; yüzü korkusuzca gölgeye karışıyor. Julian silinip giden bir leke. Victoria silinen ama iz bırakan bir leke. Gelecek Daniela’nın hikayesi”. Duygu durumları arasındaki bağlantıları kurmayı okuruna bırakmayı tercih eden zarif ve akıllı bir şair!
Gelecekte Daniela’nın okumasını istediği hayali romanına dair bilincinden akıp gidenler Zambra’nın kitap, okur ve gerçeklikten süzülen kurgu arasındaki ilişkiye dair düşüncelerini gösteriyor: “Ama arıyor, kendini arıyor, belki bir paragraftan ötekine geçesiye araya günler, haftalar, aylar girmiştir. Belki Julian yazarken Daniela birden içeri girmiş ve bu müdahale kitapta bir cümle ya da en azından bir kelime bırakmıştır. Bu yüzden bazı cümlelerin altını çiziyor, ama bunlar beğendikleri değil…Kendi dilini, kendini arıyor ama bulamıyor. Kitapta yok. Kaybolmuş. Bu yokluk onu rahatsız etmiyor. İçi avuntu ve hayal kırıklı karışımı bir duyguyla kaplı, kitabı kapatıyor. Hayatı değişmedi...”
'Ölülerini anan aileler de var’
Zambra, edebiyatın hayatı derinden sarsacağına inananlardan değil sanırım ama yazarlıkla, yazma eylemiyle ciddi bir derdi olduğu kesin. Yazı sanatını küçümsemiyor elbet ama onu klasik edebiyatın kutsallaştırmasına benzer bir yüceltmeyle konumlandırmıyor anladığım kadarıyla. İnsanın doğal dürtülerine, hikaye etme sezgisine, kendisinden başka bir şey olabilmek için hayatın dışına taşma arzusuna inanıyor. Bu yüzden ‘yazar kahramanları’ hayatlarını kuşatan vasatlıktan kurtulup farklı hikayeler anlatmak istiyorlar ama sonra yine kendi yaşanmış hikayelerine dönüyorlar. Proje kitapları sevmiyorlar. Julian bir noktada, edebiyat yapmak yerine ‘mutsuz ama yoksul olmayan bir geleceğe doğru’ ilerleyen ailesiyle yaşadığı, 1984’deki çocukluğunu anlatmadığı için hayıflanıyor. Kendi ailesinin kayıtsızlığı karşısındaki öteki aileleri düşünüyor ve onları yazmış olmayı diliyor: “Ayrıca gecenin çöküşünü ciddi salon sohbetleriyle karşılayan aileler de var. Bir de o saatlerde yüzlerine sinen, acının halesiyle ölülerini anan aileler de var. Kimse oyun oynamaz, kimsenin çıtı çıkmaz: büyükler kimsenin okumayacağı mektuplar yazar, çocuklar kimsenin cevaplamayacağı sorular sorar”.
Juilan’ın bir bonzai ağacının günlüğünü yazmaktansa (Yazarın ilk kitabına gönderme) çocukluğuna dair hatıraların olduğu uzun bir hikayenin işe yarar tek kitap olduğunu düşünmesi boşuna değil. Zambra’nın gerçeklikle kurgu arasındaki açık-kapalı ilişkisini her okur kendi bakışı ve edebi ölçüleriyle değerlendirecektir. Yazı sanatında esas olan kurguladığımız geçmişimiz, hayallerimiz mi yoksa olduğu gibi bütün canlılığıyla anlatabileceğimiz gerçek hikayelerimiz mi? Ve daha da önemlisi bu mümkün mü? Gerçek hikaye edildiğinde gerçek olmaktan çıkar çünkü. Ben henüz ilk iki kitabını okumadım ama anladığım kadarıyla yazar esas itibarıyla yazmanın, sevmenin, sevilmenin farklı halleri ve imkanları etrafında dolaşıyor.
Zambra’nın hikayesinin sonuna doğru Julian beklemekten bitkin düştüğü o gece, kendi kendilerine konuşan kadınların uzun ve karmaşık bir listesini döküyor. En sevdiği deli Emily Dickinson’ı düşünüyor. Onun bir şiirini hatırladıktan sonra tıpkı bir deli gibi boşluğa doğru yüksek sesle sayıklar gibi söylüyor: “Hoş görmek, dayanmak, yüklenmek, katlanmak, taşımak, tahammül etmek, sorumluluğu üstlenmek –karanlığı kabullenmek, geceden payımıza düşeni taşımayı bilmek, gecenin bir bölümünü kabullenmek, karanlığı yenmek, ışıktan artakalmak, gecenin içine dalmak, karanlığın sorumluluğunu üstlenmek, gecenin sorumluluğunu üstlenmek”.
‘Ağaçların Özel Hayatı’, hikayesinin ötesinde incecik bedeninden taşan ilginç sorularla okuru edebiyat hakkında düşündüren çarpıcı bir kitap. Julian’ın kendi vasatlığından kaçışını bize aktaran anlatıcı, “Aslında bir roman yazma isteği de yoktu, sadece anılarını üst üste yığabileceği uygun ve korunaklı bir alan bulmayı arzuluyordu. Hafızasını bir çantaya tıkmak ve bu çantayı ağırlığı sırtını sakatlayıncaya kadar doldurmak istiyordu” dediğinde ona inanabilirsiniz. Ya da üvey kızı Daniela’ya masal anlatırken “Belki de anlamlı olan tek şey uydurmak” deyişine aldanabilirsiniz. Karar sizin.
*Ağaçların Özel Hayatı – Alejandro Zambra /Çev. Çiğdem Öztürk – Notos Kitap