Bu yazıyı birkaç ay içinde 150 bin baskı adedine ulaşan ‘Seher’i tanıtmaktan ziyade eğer bu ‘mektubu’ ona ulaştırabilirlerse öyküleri zihninde olgunlaştırdığı, kurguladığı, yazdığı mahpusta okuyabilsin, uğraşının karşılığını göremese bile kelimelerin sihriyle hissedebilsin diye yazıyorum.
Beton adacıklarından yükselen gökdelenlerin insanı görünmez kıldığı yapay kentlerin arasından geçip giderken, esir alınmış bir insanın kitabını onun adına imzalayacak olmanın tuhaflığını düşünüyordum. O bir yazar değildi ama öyküler, şiirler yazıyordu. Ressam değildi, çocukluğundan beri sevdiği resmi sevmişti, kendi deyişiyle “iyi tuval boyuyordu”. Müzisyen değildi ama saz çalıyor, türkü söylüyordu. Kim bilir başka neler yapmayı hayal ediyordu?
Hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra insan hakları savunucusu ve avukat olarak çalışmaya devam ederek nispeten daha az riskli, sevdiklerine ve tutkularına daha çok vakit ayıran biri olarak hayatına devam edebilirdi. Selahattin Demirtaş ya da sevenlerinin seslenmekten hoşlandığı ismiyle ‘Selo Başkan’, yakın gelecekte başına gelecekleri çok iyi bildiği halde çok az insanın cesaret edebileceği sağlam bir güvenle siyaset sahnesine çıktı. O bu ülkenin yorulmuş alışkanlıklarıyla tanık olduğu politikacılardan farklıydı. Siyasi aktörlerin, derin güçlerin, örgütlerin baskısına, siyasi suikastlara, iftiralara, düşünceyi medeni ölçülerde tartışamayan toplumda çok acımasız eleştirilere maruz kaldığında bile umudunu yitirmeden tebessüm ediyor, ettirebiliyordu. Zekasıyla paralel ışıldayan incelikli mizah duygusu, evet etkileyici. Bir politikacı olarak şeffaf duruşunu da önemsiyorum ama hapiste yazdığı ‘Seher’le dayanışmak istememin asıl sebebi, en zor koşullarda bile gençlik yıllarından beri içinde yer aldığı özgürlük mücadelesinin de birikimiyle barış ve demokrasi fikrine, hayaline sıkıca tutunmasıydı. Bir de kitabın girişindeki “Katledilen ve şiddet mağduru bütün kadınlara” ithafındaki samimiyet.
Kitap çıktıktan sonra cezaevinde verdiği röportajda, “Eşitliğe ve özgürlüğe yürekten inanmak, bunun gereğini yapmak erkek açısından tam bir kabustur; korkularının depreşmesine, panik yaşamasına yol açar. Bu açıdan bakıldığında cesaretin timsali olarak görülen erkeklerin çoğu korkaktır ve eşit olmaktan ödü kopar. Erkek egemen zihniyetin kendini ilk var ettiği “coğrafya” kadın bedenidir diyordu. Demirtaş’ın düşüncelerini “erkek” bir politikacı olarak gizlenmeden ifade etmesindeki samimiyetin, kendisi gibi olmasının, ışıltılı umudunun karşılığını o muazzam kalabalıkla karşılaşınca gördüm.
Bu yazıyı birkaç ay içinde 150 bin baskı adedine ulaşan ‘Seher’i tanıtmaktan ziyade eğer bu ‘mektubu’ ona ulaştırabilirlerse öyküleri zihninde olgunlaştırdığı, kurguladığı, yazdığı mahpusta okuyabilsin, kıymetli uğraşının karşılığını göremese bile kelimelerin sihriyle hissedebilsin diye yazıyorum. Tabii bir de Demirtaş’la dayanışmak, ona bir biçimde ulaşmak adına kitabını imzalatmak için saatlerce sıra bekleyen okurların çabasını tarihe not düşmek için.
Yazı, sahipsiz acıların yalnız kalmaması için merhametli elini uzatır bazen. Kelimelerin kendilerinden taşıp ihtiyacı olanlara kavuşan anlamları, “her şeye rağmen yaşamış olmaya değer” bilgisini hatırlatır. Kuytularda gizlenen hikayeler, ölümü perdeleyen güzel bir kadın tebessümü misali dolaşmaya başladığında ılık bir meltem eser uzaklardan. Kötülük azalmaz ama umut çoğalır.
Fuar yolunda başımı metrobüsün kirli camına dayamış güz güneşinin neşesiyle dans eden kuşları seyrederken, Demirtaş’ın kitabın girişine yazdığı “İçimizdeki Erkek” başlıklı bölümdeki serçeleri hatırladım. Cezaevindeki havalandırma avlusunda, yuva yapmak için günlerce çalı çırpı taşıyan bir çift serçeyi, onlara saldıran erkek devlet kuşlarını ve direnen dişi kuşun, yuvasını ve yumurtalarını koruma azmini kendine has acı ironisiyle anlatıyordu.
İmza standına vardığımda, saatler öncesinden gelip etkinliğin başlamasını beklerken salonun boşluğuna tünemiş binlerce “serçe” gördüm. Hayır abartmıyorum, binlerce. Kitaplarını almış yerlerde oturan muhteşem bir kalabalık inandıkları bir “politik kahramanın” veya içtenlikle sevdikleri, hukuksuzca tutsak alınmış olmasına çok üzüldükleri bir “yazarın” kitaplarına sıkıca sarılmış öylece bekliyordu. “best seller kitap” imza etkinliğine benzer bir şey değildi. “Seher” sayesinde "Kitap mitingi” diye yeni bir tür oluştu galiba memlekette, dedim içime doğru.
Sonrası ne zaman biteceğini bimediğimiz hızlandırılmış çok uzun bir film gibiydi. Altı saat boyunca, hiç durmaksızın 6 binden fazla kitap imzalamışız. Başımı kaldırıp “Hoşgeldiniz” diyebildiğim nadir anlarda, kitaplarını farklı yazarlara imzalatmaktan ziyade, Seher vesilesiyle Demirtaş’ı desteklemek için gelen kız çocuklarının, gençlerin, üniversite öğrencilerinin, kadınların bakışlarındaki ışıltıda, hikayelerin kadın kahramanlarını da gördüm. Yazar iyi ki temizlikçi Nazo’nun umudunu, gülüşünü bırakıp giden Berna’yı, Nergis’i, Semra’yı, ansızın kaybolan Berfin’i, denizin dibinden seslenen Mina’yı, kamyon arkasında yaşayan Asuman’ı yazmış, dedim. Hikayelerin ruhuyla canlanmış başka başka suretlerde geçiyorlardı önümüzden.
İlk yarım saat sonrasında, yazarın ismini anarak, okurun ismine özel ithaflar yazarak salondan hiç çıkamayacağızı anlayınca, o günün hatırası geleceğe kalsın diye sadece bir işaret bırakmaya başladık. Kitaplar elden ele geçerek kendi yolculuklarına çıkıyorlardı. Demirtaş yine kitabın başında havalandırma avlusunda gördüklerini anlatıyordu; “Karınca kolonisinin muazzam işbirliğine dayalı azimli çabaları yaşama sevinci veriyor insana. Kesintisiz bir mücadeleyi coşkulu bir tempoda yürütüyorlar. Cezaevinin kasvetli köşelerinde sessiz, sedasız, görkemli bir yaşam inşa ediyorlar”.
O gün orada, ucunu göremediğim o “sonsuz sıra” bekleyişinde, yaptığına, yazdığına, söylediğine inanan ve inandırabilen birisinin dirilttiği yaşam sevincini ve ‘görkemli bir yaşam inşa edişlerini’ de gördük. Hakkari’den, Van’dan, Adana’dan, Zonguldak’tan, Ankara’dan, İsviçre’den, Almanya’dan, dünyanın farklı noktalarından sadece bu özel güne destek olmak ve yakınları için onlarca kitabı imzalatmak için en az üç saat bekleyen insanları birleştiren en önemli duygu yazarın içtenliği sanırım. Elbette rehin alınmış politik bir figür olmasının bu dayanışma duygusuna katkısı görmezden gelinemez ama malum, Demirtaş bu anlamda yalnız değil. Ülke tutuklu gazeteciler, yazarlar hapishanesine dönüştü.
Ara ara moral olsun, yorgunluğumuza iyi gelsin diye yükselen alkışlar ve zılgıtlar arasında “kuyrukta kaynak yapmaya” çalışanların sebep olduğu tartışmalar da yaşandı tabii. Memleketin ve hayatın olağan halleri… Beklerken tanışanlar, birbirlerine kitap imzalayanlar, sayfalarına desen çizenler, kuyruk sıkıntısına aldırmadan kitaptaki öyküleri birkaç kez okumak suretiyle ezberleyenler, sayfalar çay, kahve, yemek lekesi oldu diye sevinenler, terden ıslanan kitaplarını peçetelerle kurutmaya çalışanlar, yakınları için beşer onar alanlar, her birini hepimize imzalatanlar, “İyi ki beklemişim, onun için değer” diye mırıldananlar, “Ne zaman çıkacak, selamımızı iletin, sonsuza kadar bekleriz” diyenler, bizlere acıyıp kurabiye, çörek ikram edenler, karmaşık duygularını gizleyemeyip gözyaşlarını silenler, beklerken sağlık sorunu yaşayanlarla dayanışanlar…
Bunları izlerken hemen yanımdaki yazar arkadaşım Aslı Tohumcu’yla birbirimize “Kuyrukta, acayip aşklar da doğmuştur değil mi” diye sorup kıkırdamayı da ihmal etmedik tabii. Diğer yanımda oturan şair Sezai Sarıoğlu, okurları Sabahattin Ali'nin dizelerinden el alarak; "Dilin öne eğilmesin, aldırma heval aldırma" diye selamladıktan sonra (yazmaya vakit olmadığı için) kitaba bastığı nar mührünü, değişik imzasını soranlara Nar'ın içinden firar eden kuşları anlatıyordu. Ve o esnada Demirtaş’ın hikayelerinden bir son cümle sessizce yankılanıyordu salonda; “Bakmayın öyle, bildiğiniz gibi değil hiçbir şey”.
‘Seher’ yazarının içten, kederli, ironik sesiyle, devlet dilinin insana değemeyen acımasızlığını gösteren gücüyle, yazının sihriyle tarihe derin bir çentik attı. Sanatla, edebiyatla direnişin ne olduğunu hatırlamanın, yaşamı kutsal kılan bir yanı da var elbet. Birgün, bir adamın gecenin laciverdi karanlığında, hücresinde volta atarken zihnine düşen cümleler binlerce insanın hayatına sokuluverir. Onlara umudu, bağırmaya ihtiyaç duymayan sahih cesareti, en zayıf anında güçlü olabilmeyi ve hayalleri gerçek kılan esas ‘biz’i hatırlatır; “…Ama insan hayal kurarken gözlerini kapatır, bunu hiç kimse hayallerimizi görmesin diye yaparız aslında. Gözlerimizi kapatınca kendimizden bile saklarız hayallerimizi. İçimizdeki gerçek biz, o hayaldeki biziz aslında”. (Ah, Asuman adlı öyküden).
Seher - Selahattin Demirtaş / Dipnot Yayınları