Ben onun dilbilim, tarih, edebiyat, göstergebilim, felsefe gibi disiplinlerde verdiği eserlerden ziyade entelektüel derinliğini mizahla buluşturduğu denemelerini ve okuyanın zihnini kamaştıran söyleşilerini okumaya severim ki zaten onlar da eserlerinin bütünüdür. Umberto Eco, 20.yy’ın en büyük entelektüellerinden biri olarak kabul ediliyor. Bir akademisyen olarak hayatı boyunca Ortaçağ felsefesi üzerine çalışan, bu alanda ders veren, kitaplar yazan, üretmekten, düşünmekten hiç vazgeçmeyen bir bilim insanından bahsediyoruz öncelikle. Evet ‘Gülün Adı’ ve ‘Foucault Sarkacı’ gibi romanları onu dünyada çok okunan, meşhur bir yazar yaptı ama bana kalırsa o daha ziyade bulunduğu yerden geçmişle gelecek arasında kurduğu bağ ve benzersiz düşünce pratikleriyle anılacak.
Biraz kısaltarak hatırlatmak istediğim iki yazının ilki, kendisi gibi bir edebiyat sever olan sinemacı, dramaturg ve fütürolog Jean-Claude Carriere’le yaptığı uzun söyleşi kitabı hakkında; “Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın’. Kitaba dair ayrıntıları yazıda var. Kitabın başında alnıtılanan, ‘insanın isyankar aptallığına’ övgü diye tarif ettiği şu düşünceler esas itibarıyla bir varlık olarak insana bakışını gösteriyor: “İnsan kendine özgü olağandışı bir yaratıktır. Ateşi keşfetti, şehirler inşa etti, muhteşem şiirler yazdı, dünyaya çeşitli yorumlar getirdi, mitolojik imgeler yarattı vs. Fakat aynı zamanda, hemcinslerine savaş açmaktan, yanılgıya düşmekten, çevresini yok etmekten vs. bir türlü vazgeçmedi. Terazinin bir kefesine, yüksek zihinsel meziyeti, öbür tarafına bayağı salaklığı koyduğunuzda terazi neredeyse dengede kalır. Dolayısıyla, aptallıktan bahsetmeye karar vermekle, bu yarı dahi, yarı ahmak yaratığa saygılarımızı sunuyoruz”.
Diğeri ise otuz yıllık roman sanatı geçmişine rağmen kendisini ‘genç’ bir romancı olarak niteleyen Eco’nun gerçeklik ve kurmaca arasındaki ilişkiyi kendi tecrübeleriyle eğlenceli bir biçimde anlatan kitabı “Genç Bir Romancının İtirafları’. Bu kitabı o sırada Orhan Pamuk’un Harvard Üniversite’sinde verdiği derslerden derlenen ‘Saf ve Düşünceli Romancı’ kitabıyla birlikte okuyup değerlendirmiştim. Eco ve Pamuk’un edebiyat üzerine verdikleri konferanslarda birbirlerini anmaları tesadüf değildi çünkü. Bugün bu ‘kesişmeyi’ daha iyi kavrayabiliyorum.
Eco, 84 yaşında veda etmeden önce sanki öğrendiği, bildiği, sezdiği ne varsa gelecek kuşaklara aktarmak ister gibi söyleşiler yaptı, konferanslar verdi, gelecek kuşaklara miras bırakmak için son ana kadar araştırdı, yazdı.
Aşağıdaki yazılarda değinmediğim kitaplarından ‘Düşman Yaratmak’ New York’ta, Pakistanlı bir taksi şoförünün Eco’ya sorduğu “İtalyanların düşmanları kimler” sorusuyla başlıyor ve yine sohbet eder gibi yazdığı, eğlenceli ama derinlemesine düşündüren denemelerle devam ediyor. Diğer denemelerinde olduğu gibi kavramlar, kültürel tarih ve felsefe üzerinden hakikatin peşine düşüyor. ‘Yengeç Adımları’ da yine 2000-2005 yılları arasında yazdığı makalelerden oluşan bir seçki. Eco, tarihin ‘yengeç adımlarıyla’ geriye giderek ilerlediğini düşünüyor. Bu yazılar savaş kültüründen medyatik popülizme, faşizm döneminde geçen çocukluğundan internet dünyasına, Haçlı Seferleri’nden teröre sıçrarken onun merakı kışkırtan sorularıyla canlanıyorsunuz. Her iki kitabın da zamansız olduğunu ve tam da yaşadığımız çağın kırılgan ve zor dönemeçlerinden geçerken okunması gerektiğini düşünüyorum.
Okur, denizin üstündeki buğuyu seyre dalıp tembel kediler gibi kumların sıcak oyuklarına yerleşmişken, okaliptüs ağaçlarının altında hülyalara daldığında Karamazov Kardeşler‘i ya da Proust’un yataktaki ufak kımıltılarının ayrıntılarını sayfalarca tasvir ettiği romanları okumak istemiyor. Halbuki ben ‘yüksek edebiyatın’ böyle zamanlarda insanı daha sıkı kucakladığına inanırım. Hayattan müsaade aldığınız o iki hafta içinde, mümkünse kaotik bir zihin kamaşmasından uzaklaşıp tanımadığınız ama merak ettiğiniz, sizi size edebiyatın değerleriyle anlatan, insan olmanın ıstırabını, hazzını, derinliğini bazen incelikli bazen basit ama keskin cümlelerle ifade eden daha eğlenceli bir yolculuk düşünemiyorum. Bu düşünme biçimi, şezlonglarda polisiye veya gazetecilerin çok sevdiği benim nefret ettiğim o tabirle ‘aşk romanları’ okumaya engel değil elbette. Ama neden yaz kitapları?
Netice itibarıyla sonunda ben de bu modaya uydum ve kendime bir ‘yaz kitabı’ edindim. ‘Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın’. Hakikaten eğlenceli, zihin açıcı, düşündüren bir kitap. Nietzsche’nin deyişiyle, neşeli bilgi varmış bu kitapta. Özellikle benim gibi kitap fetişi olduğu sanılan ama sadece yazıyı seven, kitapsız hayata devam edemeyen bütün ‘okuma bağımlılarının’ müthiş bir hazla okuyacağını düşündüm sayfaları merakla çevirirken. Kitabın beş bin yıllık tarihinde dramaturg ve sinemacı Jean-Claude Carriere ve semiyolog, yazar Umberto Eco’yla seyahat ederken uzun ve çok katmanlı bir rüyada dolaştım sanki. Avcı köpekler gibi nadir kitapların izini süren iki bibliyofilin, eski ve nadir kitap koleksiyoncularının hikâyeleriyle kitabın geleceğini geçmişin içinde görebilmek güzeldi.
Akademik dilden bilerek uzak durmaları kitabın okunuşunu, üstünde yorum yapmayı ve en önemlisi insanın kitapla kurduğu o mahrem ilişki üzerine soru sordurmayı beceriyor. Bu söyleşiyi yöneten editör Tonnac, geçmişi konuşturma konusunda ne kadar ısrarlı olursa olalım, kütüphanelerimizde, müzelerimizde zamanın yok edemediği eserleri bulacağımızı söyledikten sonra, kültürün, tam da her şey unutulduğunda geride kalan şey olduğunu hatırlatıyor. Eco’nun dediği gibi gelecekte kütüphane ve müze diye bir şey kalırsa tabii. Gelecekte internet olacak mı o da büyük bir muamma.
O kitabın beş yüz yıldır varlığını kabul ettirdiğini ve tıpkı çekiç, kaşık, tekerlek gibi ondan daha iyi bir tasarım yapılamayacağını düşünüyor. Ve onlara göre elektronik kitap ticari olarak kitabı hezimete uğratsa da, alışkanlıklarımızı değiştiremediği için kitabı tamamen yok edemeyecek.
Bu kitabı okurken iki edebiyat tutkunuyla lezzetli yemeklerle donatışmış zevkli bir yaz sofrasında sohbet eder gibi hissetmemin sebebi, o muazzam düşünsel serüvenin içinde birbirlerine çocuk saflığıyla sorular sormalarıydı sanırım. Carriere, “evinizde yangın çıktı, hangi eserleri kurtarırdınız” diyor. Eco’nun cevabı net: “Kitaplar hakkında o kadar iyi konuştuktan sonra, son otuz yılda yazdığım her şeyi ihtiva eden 250 gigabaytlık sabit belleğimi söküp alırdım, hâlâ imkânım varsa, eski kitaplarımdan birisini kurtarmaya çalışırdım.” Eco’nun bu cevabından da kolayca anlaşılacağı üzere onun gibi ‘hastalıklı’ bir kitap koleksiyoncusu bile yazı mevzubahis olduğunda bütün bencil yazarlar gibi geleceğe kalabilmek için yangında, önce kendi kitabını kurtarmak istiyor.
Genellikle bugünün teknolojisiyle geçmişin imkânlarını mukayese ettikleri ve meselenin özünün aslında pek değişmediğini anlatan eğlenceli hikâyeler beni güldürdü. Victor Hugo yazarken, yayıncısı Hetzel, kitabı bölüm bölüm yabancı yayıncılara gönderiyormuş. Eserin dağıtımı, bugün pek çok ülkede ve birçok dilde aynı anda satışa sunulan ‘çok satanlar’ gibiymiş. Aynı şekilde Nişanlılar, 1827’de yayımlanan ve dünya çapında otuza yakın korsan baskı yapılması sayesinde büyük başarı elde etmiş, ancak bu korsan baskılar ona tek kuruş kazandırmamış.
Hafızanın giderek güçlenmediğini tam tersine, yeniliği yakalamak için nefes nefese koşturan insanların çabuk yorulduğunu konuştukları bir anda Eco, dingin bir şimdiki zamanı yaşamadığımız için devamlı geleceğe hazırlanma gayretinden bahsediyordu. Doğrusu bu benim de son zamanlarda çok takıldığım bir mevzu. Teknolojinin bütün imkânlarını severek kullanıyorum ama bu ‘çılgınlığın’ insanı özünden uzaklaştıran, çok vahşi bir yanı olduğunu da düşünüyorum. Sınırsız malumat elimizin altında süzülmeden bize ulaştığına göre hakikaten hafıza ne ifade ediyor? Eco’ya göre sentez sanatını. Ben bilginin kullanımına dair Carriere’nin temiz cevabını sevdim. “İrfan, bilginin bir hayat tecrübesine dönüşmesidir.” Bence bu kitabın hazırlanış mantığında da temel olarak bu prensip var. Belki de gerçekten bilgi kirliliğinden ziyade irfanı konuşmalıyız. Bu tercih, muhtemelen daha evvel hiç düşünmediğimiz ve sormadığımız sorular hakkında düşünmemizi de sağlar.
Mesela, kaybolmuş, yangınlarda kül olmuş eserler muhafaza edilenlerden daha mı nitelikliydi? Kim onları muhafaza etmeye karar verdi. Hakkında hiçbir şey bilmediğimiz kaç büyük ‘yazar’ var acaba? Carriere’in dediği gibi, en büyük yazar, belki de hiçbir şeyini okumadığımız yazardır. Ya da büyük eserlerin birbirlerini nasıl etkiliyordu? Cervantes’in Kafka üzerinde ne kadar etkisi olduğunu açıklanabildiğini ama Kafka’nın da Cervantes’i etkilediğini söylüyorlar. Bu imkânsız gibi görünse de okumanın zamanla bizi nasıl değiştirdiğini anlatılıyor: “Eğer Cervantes okumadan Kafka okursam, benim aracılığımla ve benden habersiz; Kafka Don Quijote okumamı değişikliğe uğratacaktır. Keza hayatımıza çizdiğimiz yollar, kişisel tecrübelerimiz, içinde yaşadığımız dönem, haberler, sıkıntılarımız her şey eski okumalarımızı etkiler.” Ve Eco’nun biraz alaycı bir üslupla hatırlattığı gibi Hamlet edebî nitelikleri bakımından bir şaheser değildir belki ama yıllarca bir muamma haline gelip insanlığın yorumlarına dayanabildiği için kalmıştır. Ona göre geleceğe taşınmak için bazen anlamsız kelimeler söylemek yeter.
Yayıncıların büyük yazarları reddederken kullandıkları, bugün bize utanç verici görünün o cümleleri, aptallığın edebiyattaki çekiciliğini, sansürcüleri de çarpıcı örneklerle tartışıyorlar. Ve onca felaketten sonra biraz neşelenmeyi hak ettiklerini düşünüp esas kitap düşmanlarının yazarlar arasından çıktığını anlatıyorlar birbirlerine.
Philippe Sollers ve Maurice Blanchot, kitabın ortadan kalkmasına çağrıda bulunan bir komitede çalışmış. Bu çelişkili durumla haliyle fena halde dalga geçiyorlar; Kitaplar olmasın, diye slogan üretenler “Kelimeler kitaptan, nesne olarak kitabın boyunduruğundan kurtulmalı, kaçmalı” diyormuş. Hakikaten kaçıp da nereye sığınacaktı acaba o zavallı kitaplar?
Kitap, ‘İnsan öldükten sonra kütüphanesine ne olur’ başlığıyla kapanıyor. Ön görülemez teknolojik gelişmelere, felaketlere rağmen anlamlı bir soru. Hiçbir çekiciliği olmayan orijinal bir kitabın peşinde neden bu kadar çok koşulduğunu anlamayanlara Carriere, “İyi bir kütüphane, yaşayan arkadaşlar tarafından oluşturulmuş bir grup gibidir. Kendinizi yalnız ve çökmüş hissettiğinizde onlara başvurursunuz. Oradadırlar” diyor. Eco yine o sinik üslubuyla cevaplıyor: “Tek kişilik bir günahtır. Esrarengiz sebeplerden dolayı, bir kitaba duyabileceğimiz bağlılığın, değeriyle hiçbir ilgisi yoktur.”
Onlar öldükten sonra kütüphanelerinin başına gelecek senaryoları bu kitapta tartışıyorlar. Benim bu sorunun cevabını düşünecek kadar önemli bir kütüphanem yok ama bana hayat boyu arkadaşlık etmiş olan kitaplarımın onları anlayabilecek insanların eline geçmesini isterdim doğrusu. Eğer işaretlediğim bölümlerden birisi yıllar sonra birilerini neşelendiriyorsa, hüzünlendiriyorsa, çoktandır unuttuklarını hatırlatıyorsa, tefekküre daldırıyorsa, içini titretiyorsa benim için o kitap vazifesini fazlasıyla tamamlamış demektir.
Can Yayınları –Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın
Umberto Eco-J.C.Carriere / Çev. Sosi Dolanoğlu
Derler ki, insan anlatmaktan hoşlandığı hikâyedir. Hayat ve edebiyat arasındaki bağı sade ve incelikle anlatan bir cümle bence. Kalplere nüfuz edebilen ‘dilin’ iki yüzü var. Başkalarına kendimizi anlatırken ruhumuzun tenha kuytusundan bulup çıkardığımız his parçacıkları, sahipsiz kelimeler aynı zamanda kendimizi daha derinden anlamamızı sağlıyor.
Yazarlar gördükleri gerçeği taklit etmiyor, onlardan yeni bir gerçeklik üretiyor. En azından iyileri böyle yapıyor. Roman sanatını en başta bu özelliği itibarıyla çekici buluyorum doğrusu. Hafızanın, dilin, algının, yorumun, hayal gücünün sahibinden bağımsız yorum yapması ve bunu harflerin büyüsüyle bir resme dönüştürmesi çarpıcı değil mi?
Bir yazarı doğum öncesi kıvrandıran o sancılı hazırlık sürecini düşünelim birlikte. Zihnindeki imge, düşünce ve duygu kırıntılarına rağmen kelimeler benliğinin derin boşluğunda melankolik kuşlar gibi dönüp duruyor. Büyük bir yapboz oyununun parçalarını buluşturmak isteyen çocuk misali ‘resmin’ tamamını görüyor ama bir türlü dile gelmiyorlar. Bunun farklı sebepleri var ama bir tanesi de içerde bir yerde sıkışıp kalmış olması. Yazar, hâlâ kendi hayatından damlayan hikâyemsi hatıraların etkisinde. Hayat dairesinin dışına çıkıp gördüklerini nasıl ifade edeceğini bilmiyor. Onları anlatırken anları tekrar yaşamaktan korkuyor belki. Ya da henüz yaşanmamış bir hikâyeyi yazarak kadere –belki de kendisininki– tahakküm etmenin titremesi var çırpıntılı yüreğinde...
Hayat hikâyelerini, yarattığı kahramanları ‘tanrısal’ yazma kudretine sığınarak anlatacak olması onu biraz telaşlandırıyor. Kendini koyduğu yer epey iddialı çünkü. Yoktan insanlar var edecek, kişiliklerini kendi iklimlerinde şekillendirecek, hayatın merkezini belirleyecek, ayrıntılardan unutulmaz sahneler yaratacak ve nihayetinde kendisi gibi ‘fanileri’ hikâyesinin eşsiz ve ölümsüz olduğuna dair ikna edecek. Eh, pek kolay bir iş değil aslında. İtiraf etmeliyim ki tam da bu nedenle günümüzde neden ve nasıl bu kadar çok roman yazıldığını merak ediyorum. Bu cüretkârlık olmadan yola çıkmak insanı biraz sarsar çünkü. Peki, nasıl yapıyorlar?
Bu düşünceleri bana yazdıran geçtiğimiz günlerde yayımlanan iki kitabın kişisel serüvenleriydi. Birbirlerine pek benzemeyen ama yolları ‘edebiyat’ ırmağının geniş yatağında buluşan iki romancının anlattıkları sadece yazı mutfağında olup biteni merak edenler için değil, oraya uzaktan bakan okurlar için de cazip.
Orhan Pamuk ve Umberto Eco’nun edebiyat üzerine verdikleri konferanslarda birbirlerini anmaları tesadüf değil elbette. Tür, anlatım, hikâye seçimi ve kurgu tekniği itibarıyla mesafeli dursalar da, edebiyatın gizli çekmecelerindeki nesneleri, yöntemleri, mucizevi sırları tane tane okura göstermek konusunda ortak çabaları var. Üstelik bunu mümkün olduğunca kendilerini saklamadan, içtenlikle, sıkıcı kuramların arkasına gizlenmeden yapıyorlar. Aslında Pamuk, bu noktada da Eco’dan biraz ayrılıyor ama olsun ziyanı yok. Eco, semiyotik nesnelerden, göstergebilimden bahsederken bile kendine has ironik üslubuyla kendisinden beklenmedik bir manevrayla sadeleşip okurunu gülümsetebiliyor.
Konuşmanın daha en başında dinleyenleri –bu örnek için katılmadığım lakin merak ettiğim– yabani bir soruyla baş başa bırakıyor mesela: “Neden Homeros yaratıcı yazar sayılırken Platon’un sayılmadığını bir türlü anlayamamışımdır. Neden kötü bir şair yaratıcı yazardır da iyi bilimsel makaleler yazan birisi değildir?” Ya da böyle söyleyerek ‘birilerini incitir miyim’ gibi lüzumsuz bir hassasiyet buhranına kapılmadan konuşuveriyor: “İlk romanımı yazdığım sırada birkaç şey öğrendim. İlki şu: ‘İlham’, sanatsal açıdan saygın görünebilmek için hilebaz yazarların başvurduğu kötü bir kelimedir. Eski bir söz vardır, dehanın yüzde onu ilham, yüzde doksanı terdir, der.” Romanlarını yazarken, çizimlere, mekân krokilerine, sonradan düğümü çözülecek oyuncaklı diyaloglara, hikâyenin zamansal ayrıntılarına ‘resmin’ kendisinden daha çok takılan Eco’nun bu tespitini sadık okurları iyi anlar. Olmayanlar da muhtemelen çok kızıyordur. Ne gam! Edebiyatın yoruma ve farklı beğenilere ‘açık’ olması değil midir zaten onu böylesine cazip ve vazgeçilmez kılan?
Her iki yazarın da gerçekle kurmaca arasındaki görünmez bağları anlatırken Anna Karenina’yı seçmesi tesadüf değildir muhtemelen. Tolstoy, hikâyeyi, mekân, tabiat, nesne tasvirlerini, diyalogları gerçekçi kılmak için romanını defalarca düzelterek tamamlamıştı. En sevdiğim bölümlerden birinde Anna kendi sonuna yaklaşırken Tolstoy, onun bilincinden akanları çağının ötesine geçen bir anlatımla okura gösterir: “Ölüm o kadar korkunç, o kadar belirgin değildi artık. Öylesine küçüldüğü için sitem ediyordu kendine. ‘Beni bağışlaması için yalvarıyorum ona. Boyun eğdim, suçlu olduğumu kabul ettim. Neden? Onsuz yaşamam mı sanki?’ Anna Vronski’siz nasıl yaşayacağı sorusuna yanıt vermeden tabelaları okumaya başladı. ‘Büro ve depo. Diş hekimi... Evet, her şeyi anlatacağım Dolli’ye. Vronski’yi sevmez Dolli. Çok utanacağım, acı çekeceğim... Boyun eğmeyeceğim Vronski’ye. ‘Filipov francalası’...hamurunu Petersburg’dan getirtiyorlarmış sözde. Öyle diyorlar. Oysa Moskova’nın suyu çok güzel. Ah, Mıtışçene’nin gözlemeleri.’ Anna, sonra çok çok eskiden daha on yedi yaşındayken halasıyla Troitsa Manastırı’na gidişini anımsadı...”
Çok sıradan ve basit gibi görünen bu alıntı, kendisini kahramanın yerine koyan yazarın gündelik hayatın içinde nasıl tepki gösterdiğini tumturaklı cümlelere teslim olmadan, hikâyesini gerçekten ‘yaşayarak’ okura göstermesi açısından önemli bence. Anna, Vronski veya her kimse anlattığınız, ta içerden o ‘karakter’ olmadan, dış dünyanın etkilerini, atmosferin sahiciliğini solumadan yazıldığında çok da inandırıcı olmuyor korkarım.
Orhan Pamuk’un Harvard Üniversitesi’nde verdiği derslerden derlenen Saf ve Düşünceli Romancı’yı tarif ederken, roman sanatına kişisel bakışını da aktarıyordu: “Roman yazmanın (ve okumanın) yapay bir yanı olmasını hiç mesele etmeyen bu tür bir duyarlığa, bu tür roman okuruna ve yazarına ‘saf’ diyelim. Bunun tam tersi bir duyarlığa takılan ve roman yazılırken kullanılan yöntemlere ve okurken kafamızın işlemlerine özel bir şekilde dikkat eden okurlara ve yazarlara da ‘düşünceli’ diyelim. Romancılık, aynı anda hem saf, hem düşünceli olma işidir.”
Haklı ama bazen bu işin ölçüsü o romanın yazıldığı döneme ve ruh haline göre değişiklik gösterebiliyor. Hâl böyle olunca, okur mesela Pamuk’un bazı kitaplarını fazla ‘düşünceli’, temkinli, tedirgin hatta mesafeli bulurken bazılarına kendisini daha yakın hisseder.
Bu iki kitabın derdi, sadece ‘ders vermek’ değil. Bir yazarın acemilik dönemlerinden itibaren ne türden karanlık, çıkmaz gibi görünen tünellerin içinden geçip ‘aydınlığa’ nasıl kavuştuğunu gösteriyor ki, ben bunu daha çok önemsiyorum. İtiraf etmeliyim ki bu kitapları okurken bazı bölümlerde her ikisin de kendilerini tutmadan koyuverdikleri ‘içerden teslim olma halini’, bir okur olarak edebiyatlarında neden daha fazla göremediğimi de düşündüm. Bir işin tabiatını anlatmakla, onu yapmak arasındaki temel farkı gözetlemek de başka kapılar açıyor insana...
Eco’nun ve Pamuk’un haklı olarak özellikle altını çizdiği gülünç hâl hakikaten hatırlamaya değer. Kendilerine entelektüel sıfatı ekleyenlerle inceden dalgasını geçiyor her ikisi de. Pamuk diyor ki; “Roman sanatı açısından ilginç olan şey, film seyircisinin saflığına gülümseyen, filmlerde kötü kahramanları canlandıran ünlü oyuncuların sokaklarda öfkeli seyirciler tarafından azarlanmasına, linç edilmeye çalışılmasına kahkahalarla gülen ‘bilgili, kültürlü’ okuyucuların, daha sonra bana ‘Orhan Bey, siz Kemal misiniz? Bunları hakikaten yaşadınız mı’ diye sormadan edememeleridir”. Eco da benzeri bir anısını aktarırken, nadir kitapların peşinde koşan uzman bir aydının Gülün Adı’ndan sonra kendisine manastırın ve el yazmalarının gerçek olup olmadığını sorduğunu hatırlatıyor.
Aktardığım haliyle bu tespitler okuru küçümsüyor gibi görünebilir. Tam tersine, aslında her ikisi de çok önemsedikleri roman sanatının, kültürler ve sınıflar arasındaki farkı kaldıran tabiatını, olgunluğun verdiği tevekkülle anlatıyorlar.
Bu yazıyı tamamlamadan bir çay molası için açık balkon kapısının eşiğinde güneşin kırık ışıklarıyla tebessüm eden mandalina ağacımın yanına oturdum. Mina’nın yaprakları, denizden esen serin güz rüzgârla ürkek bir genç kız gibi titriyordu. Ben ona acırken kendime mi üzülüyordum, o sırada? Sokaktan telaşlı bir kadın geçiyordu. Onun yetişmek için çırpındığı randevuyu görür gibi oldum. Bakkalın çırağı gazete yığınlarının üzerine oturmuş martıları ilk kez görüyormuşçasına hayranlıkla izliyordu. Belki ilk aşkını düşünüyordu. Sonra bir delikanlı başını usulca kaldırıp gökyüzüne bakarken beni gördü. Yalnızlığın yüzene yansıyan mahcubiyetiyle gülümsedi.
Hepimiz birbirine benziyoruz ve bir o kadar da biriciğiz. ‘Genç ve saf’ romancıların söylediği gibi romanda her şeyi, ‘her şeyle’ bağlayan o mucizevi buluşma hayatlarımız için de geçerli. Bu kesişmeler üzerinden bütün bir insanlığı, dünyayı ve kadim hikâyelerin sırrını anlamaya çalışıyoruz. Ve bir biçimde hatırlanmak, iz bırakmak istiyoruz.
Eco, Spiegel’e verdiği röportajda gerçekte tamamlanamayacak şeyleri tamamlamak için bunca zamanı neye harcarız sorusuna, tam da kendisi gibi düşüncelerini eğip bükmeden cevap vermiş: “Çok cesaret kırıcı, aşağılatıcı bir sınırımız var. Ölüm. Sınırları, dolayısıyla sonu olmadığını varsaydığımız tüm şeyleri sevmemizin nedeni de bu. Her zaman ölümle ilgili düşüncelerden kaçmak için bir yol bulunur. Listeleri severiz, çünkü ölmek istemeyiz”.
(Genç Bir Romancının İtirafları, Umberto Eco, Kırmızı Kedi Yayınları, Çev. İlknur Özdemir)