Julian Barnes, bestecinin kaybolan, sürgüne gönderilen, öldürülen, eserleri yasaklanan, ülkeden kaçan, iktidara boyun eğen meslektaşlarına (1950’den sonra kendisinin de yapmak zorunda kaldığı gibi) rağmen müziğinden taviz vermeyen duruşunu “politik tavır ve sanatsal dürüstlük” çerçevesinde tartışmak istemiş ki romanı güçlü kılan önemli unsurlardan biri de bu.
Bazı kitaplar kendilerine ihtiyaç duyulduğunu hissedip çağrılmayı ister. Julian Barnes’ın Türkçeye çevrilen son romanı birkaç aydır sessizce o daveti bekliyordu. Ülkenin nefes aldırmayan boğucu ikliminde okuyamamaktan, yazamamaktan mustarip olduğum günlerde, gücünü gerçek bir hayat hikâyesinden alan “Zamanın Gürültüsü”yle karşılaşmam tesadüf değildi herhalde. Bu tür sürprizli buluşmaların – koşullar ve dinamikler farklı olsa da – kendini tekrar eden trajediler zincirinde hakiki bir karşılığı var çünkü.
Şostakoviç, klasik müzik severlerin dahi hakkında yapılan belgesellere ve tartışmalara rağmen sanatsal hayatıyla pek bilinen bir besteci değil. Daha ziyade öne çıkan tuhaf özellikleriyle ve siyasi tavrıyla tanınıyor.
“Trajedi, trajedidir ve iyimserliğin bununla hiç ilgisi yoktur” diyen müzisyen, Barnes gibi acı ironik üslubunu hemen her anlatısında, denemesinde ve romanında fazlasıyla hissettiren bir yazar için doğru bir seçim. Yazarlar, müzisyenler ve sanatçılar üzerinden ölüm korkusunu anlattığı denemelerinden birinde onu tarif ediyordu:
“Ölüm üzerine kara kara düşünen biri olması dışında – zorunlu olarak özel yaşamında – sahte umutlarla, devlet propagandasıyla ve sanatsal ıvır zıvırla da alay eden birisiydi Şostakoviç”.
Barnes’ı cezbeden sanatı sorgulayışını, iyimserlik de barındıran koyu karamsarlığını, yazgısına boyun eğmeyen dik başlılığıyla buluşturan keskin çelişkileriydi muhtemelen.
“Zamanın Gürültüsü”, arka planda dönemin politik çalkantılarını, savaşın yıkımını, Stalin ve adamlarının baskıcı rejimini aktarıyor ama murat ettiğinin bundan ibaret olmadığı açılış sahnesinden ve anlatıcının ilk yorumlarından anlaşılıyor. Geriye dönüşlerle kendini, sanat hayatını, ailesini, hayatına giren kadınları, zaaflarını, müziğin bağımsız gücünü sorgularken zihninin ve ruhunun loş alanlarını da gösteriyor bize yazar. Ve onu anlatmak istediği çerçeveye yerleştiriyor en başında. “Doğrusu, şairin söylediği gibi, insanın yazgısından kaçması diye bir şey yoktur. Ve kendi zihninden kaçması da…Yazgı hakkında hiçbir şey yapamadığınız bir şey için kullandığınız tumturaklı bir sözcüktür yalnızca. Hayat size “ve böyle” dediğinde, başınızla onaylıyor ve buna yazgı diyordunuz. Dimitri Dimitriyeviç olarak adlandırılmak onun yazgısı olmuştu”.
Şostakoviç’in, çağdaşı olan yazarların, bestecilerin hayatını, Stalin döneminin kaotik çok sesli yapısını iyi çalışmış Barnes. O bestecinin kaybolan, sürgüne gönderilen, öldürülen, eserleri yasaklanan, ülkeden kaçan, iktidara boyun eğen meslektaşlarına (1950’den sonra kendisinin de yapmak zorunda kaldığı gibi) rağmen müziğinden taviz vermeyen duruşunu “politik tavır ve sanatsal dürüstlük” çerçevesinde tartışmak istemiş ki bence romanı güçlü kılan önemli unsurlardan biri bu. Anlatıcının Starvinsky hakkındaki yorumu Şostakoviç’in parlatmak istediği özelliğini de gösteriyordu: “Stravinsky Olympos’unun tepesinde mesafeli, benmerkezci bir edayla oturup kendi ülkesinde sanatçılar, yazarlar ve onların aileleri kovuşturmaya uğrarken, tutsak edilip sürgüne gönderilirken ve de öldürülürken hiç mi hiç ilgi göstermeyerek on yıllar geçirmişti. Özgürlük havasını solurken, ağzından herkesin önünde tek bir protesto sözcüğü çıkmış mıydı? O suskunluk aşağılanası bir suskunluktu ve besteci Stravinsky’ye ne kadar saygı duyuyorsa, düşünür Stravinsky’yi de o kadar hor görüyordu”.
20. yy en önemli yazarlarından George Orwell, o dönemde meseleyi benzer bir bakış açısıyla değerlendiriyor “Faşizm Kehanetleri”nde; “Siyasetin edebiyatı istila etmesi kaçınılmazdı. Totalarizm sorunu doğmamış olsa da zorunluydu. Çünkü dedelerimizin, ninelerimizin sahip olmadığı türden bir vicdan azabı, dünyanın büyük sefaletine ve adaletsizliğine karşı bir farkındalık, bu konuda bir şey yapmak gerektiği yönünde suçluluk dolu bir duygu geliştirdik ve bu, hayata karşı sırf estetik bir tutum takınmayı imkansızlaştırıyor”.
Barnes, benzer bir noktada 21.yy roman estetiğini dönemin “sanat kimin içindir” tartışmasıyla buluşturduğunda hem Şostakoviç’in hem de çağdaşlarının bakışı yansıyor okura. Hayatının ikinci kısmının ele alındığı bölümde (1948) Jdanov bir kez daha ulusun bestecilerine 1936 Pravda başyazısında vücut bulan eleştirilerin hala geçerli olduğunu hatırlatıyor. “Gerekli olan karmaşa değil müzik”. Baş suçlular, Şostakoviç, Prokofyev, Haçaturyan, Myaskovsky ve Shebalin ilan ediliyor. Şostakoviç’e herkesin önünde hatalı olduğunu kabul etmesi talimatı veriliyor ve eline bir konuşma metni tutuşturuluyor. Gelecekte Parti’nin talimatlarını izleyip halk için müzik yapacağına söz veriyor ama sonra çaresiz bir sesle: “Bana her zaman öyle gelmiştir ki, içten ve gerçekten hissettiğim gibi yazdığımda, müziğim Halk’a karşı olamaz ve sonuçta, ben kendim de…mütevazı bir şekilde olsa…Halk’ın bir temsilcisiyim” diyor. Anlatıcının onun hakkındaki kanaati sanata dair temel bakışıyla buluştuğunda roman sanatının inceliklerini de görüyorsunuz: “Sanat, zamanın gürültüsü üzerinde duyulan tarihin fısıltısıdır”. Yazara göre Şostakoviç herkes için müzik yazıyordu ve hiç kimse için yazmıyordu. Toplumsal kökenine bakmaksızın, yazdığı müziği en iyi değerlendirenler için yazıyordu. Duyabilen kulaklar için yazıyordu. Tıpkı kendi okurunun kişisel algısından zihnine süzülen güçlü, iz bırakan duyguların kalıcı olmasını arzuladığı gibi.
Yazarın kitabın sonuna koyduğu nottan bestecinin anılarından faydalandığını ancak mahremiyetine girmediğini anlıyoruz. Julian Barnes, ilk romanı “Metroland”den beri (1980) merakla izlediğim bir yazar. Onun farklı türlerde verdiği eserlerden herhangi birini okuduğunuzda, meselesinin sadece hikaye etmek olmadığını, tarihsel perspektifin, edebiyat kültürünün, denemeye yakın duran anlatımının, kelime oyunlarının, sözlük merakının, kara mizahının yazarlığını zenginleştirdiğini kolayca fark edersiniz.
Eğer Şostakoviç’in inandığı gibi, trajediler geriye bakıldığında fars gibi görünüyorsa, bir yazar olup biteni hem kendine hem de kahramanının gerçekliğine sadık kalarak, hayatın her daim kendini koruyan doğal adalet bilincine ihanet etmeden nasıl anlatır. Kolay değil. Cesur ve sorunlarla dalga geçmeyi bilen bir yazar için bir tür meydan okuma bile sayılır. Şostakoviç hayatın üçüncü bölümünde Parti’nin ‘bizdensin’ talimatını kabul ettiğinde kendini sorguluyor, kariyerinin yasaklı bölümü olmasaydı yazabileceği operaları hayal ediyordu. O noktada yine anlatıcı devreye giriyor: “Dürüstlük bekaret gibidir; Bir kez kayboldu mu, bir daha asla yerine konmaz. Ama gerçek dünyada, özellikle yıllar içinde aşırı bir örneğini yaşadığı dünyada, şeyler böyle değildi. Üçüncü bir seçim yolu vardı: dürüstlük ve yozlaşma”. Yani kaçma veya kabullenme hakkını da direnmek kadar meşru kılan seçim.
Barnes’ın bu cümlelerdeki ironik eleştirisi, sadece rejim muhalifliğiyle suçlanan, besteleri yasaklanan, her an tutuklanma korkusuyla ömrünü tüketen, altı kez Stalin ödülünü, üz kez de Lenin nişanı alan Şostakoviç için değil. Esas itibarıyla kimsenin güvende hissetmediği siyasi iklimde, sanatçının bilerek ya da bilmeyerek düştüğü tuzakları kurcalıyor.
Stalin dönemindeki siyasi baskılardan dönemin sanat anlayışına uzanan o dikenli yolculukta, korkunun, utancın, ahlaki çöküşün, tutsaklığın, vicdani boşluğun insandaki izlerini sürerken, modern tiranların değişmeyen trajedisini de aktarıyor. Ve insan ruhunun yıkımına uğratan yollarını sükunetle ama taammüden iç acıtarak hatırlatıyor; Başkalarının size yaptıkları, başkalarının kendilerine karşı yaptıkları, kendinize bile isteye yaptıklarınız. Neticede hepsi aynı çöküş çizgisinde buluşuyor.
Barnes, ironin pıhtılaşıp acı alaya dönmemesi gerektiğine inanan bir yazar. Bu anlayıştan hareketle yazdığı hayat hikayesi de ister istemez kendi kederinin üzerine kapanıyor. Romanı okurken bugünlerde tutuklanan yazar, gazeteci dostlarımı, kapatılan gazeteleri, televizyonları, radyoları, yasaklanan haberleri, dağılan hayatları ve işsizliğe mahkum edilen insanları da düşündüm. 12 Eylül sonrasında gazeteci amcam İlhami Soysal’ı götürmek için evini basıyorlardı. Geldiklerinde pijamayla karşılayıp mahcup olmamak için giyinik uyuduğunu hatırlıyorum. Basın sitesinde yaşayan, dönemin bütün gazeteci ve yazarlarını gerekçesiz öylece toplayıp götürüyorlardı. Muhalif oldukları için.
Bu yazıyı yazdığım sabah bu ülkenin en iyi, ödüllü öykücülerinden birini Murat Özyaşar’ı sabaha karşı evinden aldılar. 2016’da, 1936’daki faşizme dair şu cümleleri okuduğumda insanlığın o çok övündüğü ‘ilerlemeci’ iddiasına rağmen bazı şeylerin hiç değişmediğini burkularak fark ettim; “Hep gecenin ortasında geliyorlardı sizi götürmeye, üstünde pijaması varken daireden sürüklenip götürülmektense ya da insanı aşağılayıcı bir lakayıtlıkla bakan bir NKTV üyesi (Gizli polis örgütü) önünde giyinmek zorunda kalmaktansa, tamamen giyinik olarak yatıyor, battaniyelerin üzerine uzanıyordu…Orada bir insanın hayal edebileceği en kötü şeyleri hayal ederek yatıyordu”.
Şostakoviç’in ve çağdaşı sanatçıların, o baskıcı dönemi yaşayan herkesin hayal edebilecekleri en kötü şeyler oldu. Evet, o haklı, her şey, birçok yerde ve zamanda, biz doğmadan önce veya biz öldükten sonra hep yeniden başlıyor. Hikayelerin tohumu önce birilerinin zihnine düşüyor, gerçekle buluşuyor ve bazen bu romanda olduğu gibi unutulmaz bir hayat hikayesine dönüşüyor. Ve tarih kendini yineliyor. “Birincisinde fars, ikincisinde trajedi olarak”.
Sanat, edebiyat, müzik, adalet, vicdan, idealizm faşizmin gölgesinde bile bir süre dinlenip vakti geldiğinde uyanabileceği korunaklı bir alan buluyor mutlaka. İlk tehditler başladığında romandaki Şostakoviç, “İki elimi de kesseler ağzımda kalemle yazmayı sürdüreceğim” diyor. Anlatıcı bu cümlenin kendisininki dahil herkesin moralini yüksek tutmak için söylendiğini söylüyor okura. Korkaklığın cesaretle birlikte sınamasının ağır bedelini, korkunun utancı silememesini ancak yazının sahih gerçekliğine saygı duyan bir yazar hakkıyla anlatabilir.
Rus olmanın kötümserlik olduğunu pırıltılı cümleleriyle tarif ederken, yeise dönüşmesini onunla birlikte düşünüp hafif bir iyimserlik rüzgarıyla ürperiyorsunuz. Ülkeyi büyük bir cezalandırma hücresine döndüren tiranlarda vicdan boşlukları olmadığını, insanın hayatındaki son soruların cevapsız kalışını, “Ben bir besteciyim, başkan değil” diye direnen sanatçının hayal kırıklığını merhametle anlattığında, dahi bir besteciye ve onu yazarak okurunu sağaltan yazara hayranlık duyuyorsunuz.
O vakit, şu soru da hakiki anlamına kavuşuyor; “Zamanın gürültüsüne karşı ne çıkarılabilir?”. Cevabını yine yazarı veriyor: “Sadece içimizde olan o müzik, varlığın müziği ki bu müzik bazıları tarafından gerçek müziğe dönüştürülür. Gerçek müzik, on yıllar boyunca, eğer zamanın gürültüsünü bastıracak kadar güçlü, gerçek ve safsa, tarihin fısıltısına dönüşür”.
Ve onu da yazının hakikatini yazıya sadakatte, kendi kaderini başkalarının hikayelerinde arayan bir yazar fısıldar.
Zamanın Gürültüsü – Julian Barnes.
Çev. Serdar Rifat Kırkoğlu
Ayrıntı Yayınları