“Seyahatname” 17.yy’dan itibaren yolculuk hikayelerine dair günlükleri, denemeleri, mektupları içeren bütün metinler için kullanılıyor. Yazarların merakını farklı sebeplerle cezbeden bu türün iyi örneklerini okumayı severim ben. Farklı coğrafyalara, yaşam biçimlerine, kültürlere özlem duymanın ötesinde sezgileri, duyguları, karmaşık ruh hallerini edebiyatın gücüyle parlatan bir büyüsü de vardır o kitapların. Çoğu zaman “egzotik” benzetmelerin, romantik imgelerin, baharatlı cümlelerin arasında saklanan saf gerçekliği, içtenliği görebilmek bir okur olarak bana zevk verir. Keşif hazzıyla yazarın henüz bilmediği sürprizli yolculuğuna eşlik ederken, insanlığın heyecanına, macerasına sokulup eski uygarlıkların dilini, anlam dünyasını hissetmeye çalışırım. Ama esas olan o yazıları “edebi” kılan anlatımdır. Yani onları bana sevdiren yazarın bakışı, dili, üslubu.
19. yy’ın Doğu Seyahatnamelerinin altın çağı olduğu söylenir. 18. yy başlarında Binbir Gece Masalları’nın Fransızcaya çevrilmesiyle birlikte Avrupalı yazarlar Batı’ya gitmek için müthiş bir istek duymaya başlar. Gidemeyenler kendilerinden önce gidenlerin seyahatnameleriyle kendi “Doğu masallarını” inşa eder. Sömürgeciliğin, oryantalizmin, kültürel ayrışmaların baskın olduğu böyle bir çağda yazarın siyasal yorumlardan, küçümsemeden, eleştiriden, alaycılıktan kaçınması pek mümkün değil. Bu kitapları anlamı kılan da bu bütünlüklü bakış aslında.
Flaubert’in “Doğu’ya Yolculuk” başlığıyla yazdığı bu metinler, Gerar de Nerval’in “Doğu’da Seyahat”inden sonra aynı çizgide ama farklı bir kulvarda yerini buldu benim için. Aydınlanma Çağı’nın ruhunu yansıtan “Seyahat özgürleştirir” düşüncesinden öte, tabiatın bir kültürel değer olarak keşfini savunan Rouessau’nun “Çalışma odalarınızı terk edin” düşüncesi belli ki genç Flaubert’in de başını döndürmüş. O da Nerval gibi gittiği yerlerin tarihi, toplumsal, sosyal düzeni ve gelenekleri hakkında yazma tutkusuyla yaşayan bir entelektüel olarak bilgi edinmiş, araştırmış ama onda efsanelerin, rüyaların, sembolik imgelerin, mistisizmin izleri yok. Malum, edebiyat tarihine gerçekçilik akımının öncülerinden biri olarak geçen bir yazardan bahsediyoruz. Görünen o ki, o da dönemin oryantalist gücünden etkilenmiş, evet Doğu’ya dair arzularını kışkırtan romantik hayalleri var, uygarlığın köklerini “yabancı” bir yerde bulup orada kendisini yeniden bulma niyeti de görülüyor ancak nihayetinde onu Flaubert yapan inatçı ruhuna de sıkıca tutunmuş.
Yargılanmasına neden olan kahramanı için “Madam Bovary benim” diyen yazarın bu kitaptaki anlatı üslubu, tabiatı, insanları, manzarayı göstermekten hoşlanıyor ama onu kuşatan ruh iklimine trenin camından merak ve hayretle bakan bir çocuk gibi mesafeyle yaklaşıyor. Kendisiyle birlikte dünyanın kafasını karıştırmak isteyen, kimi zaman öfkeli, insanı küçümseyen, incelikleri görebilen ama kabalaşmaya da epey yatkın, merhameti, alaycılığı ve kibriyle karışık duygu geçişleri, ayrıntılı doğa, şehir, köy, insan tasvirleriyle örtülmüş sanki.
1849-1851 yılları arasında dostu Maxime Du Camp’le yirmi sekiz yaşındayken çıktığı bu seyahatin izlerini, altı yıl sonra yazacağı Madam Bovary’i başta olmak üzere diğer romanlarında da görmek mümkün. Hafızasından damıtarak biriktirdiklerini yazı sanatına dönüştürme çabasını görmek isteyenler için dönemin kültürel, sosyal panoramasını renkleriyle izlemek güzel. Ama yazarın iç dünyasına dair derin bir keşif yolculuğuna çıkmak istiyorsanız, hayır bu kitaptaki Flaubert’le pek mümkün değil.
Dört buçuk ayda at sırtında geçtikleri Nil Nehri’ndeki bölümde, “göz kamerasıyla” bütün ayrıntıların üzerinde dikkatle dolaşırken durup nadiren düşünce aktardığı bölümlerden biri: “Mısır tapınakları beni çok rahatsız ediyor. Bunlar da Bretonya’daki kiliseler gibi ; Pireneler’deki çağlayanlar gibi mi olacak. Ah o zorunluluk! Yapılması gerekeni yapmak; her zaman koşullara göre, (o andaki iğrenme sizi bundan vazgeçirse de) bir yolcunun, bir sanatçının, bir oğulun, bir yurttaşın olmak zorunda olduğu gibi kalmak”.
Flaubert, bilindiği gibi dünya edebiyatçılarına yazdığı mektuplarla da tanınan bir yazar. O mektupların çoğunda kendisini, duygularını, edebiyat ve sanat hakkındaki düşüncelerini saklamadan doğrudan ifade eden bir kimlik. Ancak beş yüz sayfayı bulan bu yazılarda, 19. yy’ın Doğu’sunu çizerken resimlerinin lüzumsuz duygu ve düşüncelerle bozulmasını da pek istemiyor sanki. Artık on sekiz yaşında kendine mavi mektup kağıtları alan, “İnsanın her konuda ölçüsüzce yazabilecek kadar hırslı göründüğü” o iştahlı günlerinde değil. Annesine yazdığı mektubu cebine koymuş ve seyahat öncesi ilk notunu düşmüş defterine: “Daha önce hiçbir ayrılık sırasında duymadığım bir acıyla ve hıçkırıklarla geçen bir geceden sonra, gecenin saat birinde yazımlı; alelade bir kağıt, harfler de diğer her cümledeki harfler gibi. Bu akşamki benle o akşamki ben arasındaki fark, otopsi yapan cerrahla kadavra arasındaki fark gibi…Sonraki iki gün iyi geçti. Yemek, içki alemi ve orospular; şefkate yakın duygular. O kadar acımasızca gerilmiş sinirlerimin biraz gevşemeye ihtiyacı vardı”.
Görünen o ki bir vakanüvis misali gördüklerini tarihe kaydetmek isteyen yazar, yola çıkmadan evvel “eski benliğini” yaşlı gözleriyle hatırlayacağı annesinin evinin bahçesine bırakıp çıkmış. Yine aynı tarihlerde annesine yazdığı mektupların birinde, “İnsan, şarabı, aşkı, kadınları ya da zaferi ancak sarhoş, şık, koca ya da asker olmadığı zaman tasvir edebilir. Hayatın içine çok fazla karışırsa insan, hayatı çok da açık bir şekilde göremez. Ya çok acısını çekeriz hayatın ya da çok fazla keyfini süreriz” diyor.
Flaubert, Mısır, Suriye, Filistin, Anadolu, İstanbul ve İtalya’da dolaşırken, hem bütün şehveti ve coşkusuyla hayata karışan serseri bir genci, hem de gördüklerini soğukkanlılıkla kaydeden ciddi, disiplinli bir yazarı izledim. Yirmi iki yaşında ilk sara nöbetini geçirdikten sonra on sekiz yaşında ilk kitabı “Bir Deli’nin Anıları”nı yazan delikanlı, 28’inde kendi Doğu’sunu yaratırken yazı sanatı algısını da yeniden şekillendiriyordu sanırım.
1850’deki Symrna ve çevresi ziyaretinden; “Tırmanıyoruz. Efes’e kadar izleyeceğimiz antik yolu yeniden buluyoruz. İniyoruz. Soldaki sel yolu, meşe, dişbudak ağaçlarıyla tıkanmış. Su art arda küçük çağlayanlar halinde akıyor. Şövalye romanlarına özgü manzara. Burada güçlü ve dingin bir şey var. Homeros’u düşünüyorum. Su şırıl şırıl akarken yitik Yunan dizelerini sürüklüyor gibi geliyor bana”. Entelektüel gezginlerin özelliklerinden biri de bu sanırım; izi sürülebilen kültürel değerlere ortak bir bilinç ve sezgiyle dokunabilmek. Shelley “Şairler dünyanın isimsiz yasa koyucularıdır” dediğinde belki de böyle kesintisiz bir “nehir mirastan” bahsediyordu. Yine Symirna’dan Konstantinop’a geçtiği sırada tarih bilincinden süzülenleri yazmış; “Çanakkale Boğazı’nın geçişimiz sırasında Byron’ı düşünüyorum: Onun şiiri; Doğu’su, hançerli Türkü’nün Doğusu burada. Yüzerek geçişi güç olmuştur”.
Walter Benjamin, yürüyenlerin Paris tecrübelerini aktarırken, “Bazen bir manzara, bazen bir oda” demiş. Aynı yerlerden geçen gezginlerin farklı çağrışımlarla buğulu bir zaman tüneli içinde dolaşması ve bunu kendi dillerinde ifade etmeleri yeterince lirik bence. Flaubert’in anlatım dili bu yazılarda bazen can sıkacak kadar katı bir gerçeklikle kuşatılmış belki ama bir yazar olarak durduğu yeri iyi gösteriyor. Yedikule’de surların etrafında dolaştığı bir an; “Yırtıcı kuşlar uçuyor, çığlık atıyor, fır dönüyor, dalgaların üstüne üşüşüyorlar. Stambul’u baştan başa geçip döndük: Ahşap evler, yeşillik yerler, muşarabiyeler, her yerde kafesli pencereler. Türklerin kaynaşan ama yine de dingin yaşamı. Bu bana Smyrna’da olduğu gibi, bizim ortaçağı anımsatıyor”.
Flaubert, romanlarında olduğu gibi insanları, durumları, ruh hallerini, mekanları tam da orada, içlerinde yaşıyormuşçasına anlatıyor bu yolculuklarda. Öfkesinin hedefi her an değişebiliyor. Burjuvalar, az gelişmiş toplumlar, kader, hayat, yazı sancısı, kadınlar…Ama ne yazarsa yazsın değişmeyen bir özelliği var; has yazarlar gibi anlatımının okuru rahatsız edebileceği düşüncesiyle yazmıyor. “Doğu’ya Yolculuk”, onun seyahat izlenimlerini bu sahih bilgiyle okuyacaklar için önemli bir fırsat. Bu tecrübeler, tarihe düştüğü notlar, nadiren görünen duygu sıçramaları, geçmişte iz bırakma tutkusuyla yazan bir dünya yazarına bugünden bakma değerini de taşıyor çünkü.
Flaubert 15 yaşında, yıllar sonra yazacağı “Duygusal Eğitim” isimli romanındaki kahramanı Marie Arnoux’a ilham olan 26 yaşındaki Elisa Schlesinger’a aşık olmuştu. 1845’de romanın ilk taslağını bitirmiş, 1849’da seyahate birlikte çıkacağı Maxime du Camp’a ve birkaç arkadaşına okumuş. Ona bu metni çöpe atıp, böyle belirsiz konulardan vazgeçip daha “hayata dair” bir tema bulmasını tavsiye etmişler. Elbette onları dinleyip taslağı çöpe atmamış. Roman 1869’da 25 yıl sonra yayınlandı. Nispeten daha gençken yazdığı bu seyahat yazılarını okurken bunları da düşünüyordum. Bugün edebiyat tarihin önemli romanlarından biri olan o kitabı tamamlamak için dünyayı ve kendini keşfederek büyümek istemişti belki. Ya da bazı kitaplar gibi o da olgunlaşmayı beklemişti.
On sekiz yaşındayken kendisini hapseden ilk gençlik sıkıntısını, bezginliğini yazarken, içine düşen hayallerinin tohumunu görmüş; “Bir çok gün, bir çok sene boyunca, hiçbir şeyi düşünmeden veya her şeyi düşünerek oturdum, sarmak istediğim ve beni yiyip bitiren sonsuzluğun içinden aşınarak…Denizi hayal ediyordum, uzak yolculukları, aşkları, zaferleri, varoluşumun içinde düşük yapan, yaşamadan önce ceset olan bütün şeyleri…”.
Benim sevdiğim Cemal Süreya çevirisi ve ismiyle “Gönül ki Yetişmekte”nin son bölümü şöyle başlıyor: “Yolculuğa çıktı. Gemilerin hüznünü tattı, sabah ayazında çadırlarda uyandı, görünümlerin ve yıkıntıların göz alıcılığını, yarım kalmış arkadaşlıkların acısını duydu. Sonra döndü. Başka aşkları oldu. Ama ilkinin tükenmez anısı bunları tatsız kılıyordu; üstelik, isteğin şiddeti, hatta duyarlığın çiçeği de yitip gitmekteydi”.
Flaubert, Doğu’ya doğru yola çıktığında ilk gençlik sıkıntılarından savrulmuş ancak henüz olgunluğun kendini, geçmişini, hayallerini kemirmeyen konforundan da uzaktı. Biraz daha beklese sağlık sorunları ve insanı yoran tecrübeler itibarıyla bu kadar coşkulu, savruk ve “özgür” bir yolculuk yapamazdı muhtemelen.
Ama bütün zamanların yolculukları, içinde bulunduğumuz halde eksik hissettiğimiz tek bir efsunlu anın içinde genişleyip vakti geldiğinde ait olduğu yere kavuşmuyor mu zaten?
Ocak 1851, Yunanistan’da bir gün; “Sağımda bir Yunan manastırı. Aşağıya iniyoruz, gökyüzü kuru ve çok berrak. Dönüyoruz, solda Rheiti gölleri. Denizler, göller arasından geçiyoruz. Denizin yüzeyinde geniş kırışıklıklar oluşuyor, dalga çıkacak. Ne kadar dingin! Hava soluk mavi renkte, zeytin ağaçlarının yeşilliği solmuş. Ne kadınlar yıkanmıştır bu denizlerde, ey antikçağ!” Gelecek kuşaklar için saklanıp yüzlerce sayfanın arasında tebessüm eden kısacık bir an. Tek mısralık bir şiir.
Bitirirken; Kitabın sonundaki 85 sayfalık ayrıntılı notlar bölümümdeki bilgiler, Flaubert uzmanları Claudine Gothot-Merch ve Stephanie Dord-Crousle’nin edisyonuyla yazarının bile hayal edilemeyeceği özenli bir çalışmayla hazırlanmış. Türkçede ilk kez yayınlanıyor.