Onu okumak, sayfaları eprimiş bir defterde kalan çok eski bir özlem duygusuyla sohbet etmeye benziyor. Daha ilk ışıltıdan, tanıdık kokulardan, beyaz ve sessiz boşluklardan tüten buğuyla, onunla birlikte hem çok uzaklara hem de her şeyin başladığı belirsiz ama iz bırakan bir anın içine çekiliyorum. Defteri rastgele bir yerinden açıp okusam, kelimeler asi bir tren gibi önümden geçip giderken benliğimi yeniden keşfedeceğimi, okudukça yazara ve kendime yakınlaşacağımı biliyorum. Hikayeler, kimi zaman çağıldayan bir ırmak, çoğunlukla durgun bir göl misali sükunetle hayata karıştığında, tek bir an genişleyip bütünü kucaklayacak. Bunu görebiliyorum.
Sabır ve tevekkül gerektiren uzun bir bekleyişe hazırlanır gibi elime aldım kitabı. Ne anlattığını bilmiyordum. Henüz çok yeni olduğu için romanla ilgili bir söyleşi yoktu, olsa da okumazdım zaten. Hasan Ali’nin anlattığı hikayeden ziyade nasıl anlattığı ilgimi çekiyor. Okuru olanların da iyi bildiği gibi o yazarlık serüveninin başlangıcından beri ‘dil’le meselesi olan bir yazar çünkü. Onu okurken beklersiniz. Bakışlarında “uzak tül ağartısına benzeyen incecik bir kaygı’ taşıyanları, sesine kar yağan çaresizleri, ovalara yayılan yaralı ulumaları, acı ot kokan yoksulluklarıyla dağlara bakakalanları, “üzüm tanelerinin ışıltısına tutunarak” yaşayanları seyre dalarak, ne beklediğinizi bile bilmeden öylece beklersiniz. Bekleyiş, okurunu zamanın ve mekanın dışına iten umut hem de umutsuzluktur onun hikayelerinde, romanlarında. Anlık şimşek çakımları gibi belirip kaybolan çehrelere, ifadelere, hatıralara, resimlere, havada asılı kalan bakışlara müphem bir kaygı ve kelimelerin ahenkli sesi eşlik eder.
Daha önce röportajlarından oluşan kitabı “Başlarken Yalnızsın Bitirdiğinde Daha Yalnız” için yazmışım: “Kendisini ne bir şehre, ne de bir ülkeye, ne de dünyaya ait hissedebildiğini söyleyen bir yazarın vatanı kelimelerden başka ne olabilir ki? Bu aidiyetsizliği, onun dilin mucizesiyle örülmüş romanlarında yaşarsınız. Belki o “Hiçbir yer” adlı coğrafyadaki yalnızlığını sezersiniz ama tam olarak kavrayamazsınız. Ama yazar size “Nihayetinde ben içinde yürüdüğüm bir sokağı ancak kağıdın üzerine eğildiğimde görebiliyorum” diyorsa o bilinçli sıkışmışlık hissinin artık sizde de bir karşılığı var demektir. O vakit onun kelimelerinin arasında güvende hissettiğini, oradan çıkınca üşüdüğünü hissedersiniz”.
“Kuşlar Yasına Gider” ve bir önceki romanı “Heba” anlatım tercihi itibarıyla öncekilerden biraz farklı. Okuru bir masalın içinde döne döne dolaşır gibi oyalayan yoğun şiirsel metinler, zamansızlık ve belirsiz mekan algısı, yerini daha gerçekçi bir anlatıya bırakmış. Ama yazarı benzersiz kılan üslup, tutunduğu hakikat bilinciyle, hikaye anlatma şevkiyle o kadar güzel örtüşüyor ki, bakışıyla dünyanın kalın kabuğunu soyan yazı algısının değişmediğini de hemen fark ediyorsunuz. Sesinin taklidini imkansız kılan sadece ‘şiiri’, müziği, üslubu değil. Yazmadığında kendini işe yaramaz hissettiren biricik yalnızlığı. Kendisini yeryüzüne susmaya gelenler sınıfına dahil etmesi boşuna değil Toptaş’ın. Onun cümlelerinde iki kelime, iki an, iki bakış ve sessizlikler arasındaki kısacık ve derin boşlukları da okuyabiliyorsunuz.
Bu roman, bir baba-oğul ilişkisinin samimiyetini bütün incelikleriyle esneten, içine diğer kahramanları, tabiatı, türküleri, hayalleri, rüyaları da alan uzun bir hikaye gibi okunabilir mi. Buna okur kendisi karar verecek. Beni bu defa çarpan, anlattığı hayatın doğal akışıyla neredeyse paralel giden o sahih zaman bilinci oldu. Kendisi gibi yazar, romancı olan anlatıcı Aziz’in Ankara’dan Denizli’ye, babasına, annesine, akrabalarına, çocukluğuna, hatıralarına, kendi korkularına yolculuk eden hallerini, dinleyerek, izleyerek, koklayarak takip ettim. Her nefesinde yanındaydım sanki. O tek bacağını kaybeden babasının acısını anlatırken, onunla birlikte ağlarken, kendi kendine sızlanırken, tenha ve soğuk balkonlarda sigara içerken, uzun yolda türkü dinlerken yanından hiç ayrılmadım. Onun ailesi benim de ailem oldu. Ben de onlarla birlikte uzaklara bakmanın kader olduğunu kabullendim. Evden çıktı mı bir türlü gelmek bilmeyen uzun yol şoförü babasını bekleyip durdum. Dağlarla birlikte iç çektim, onların nefesini dinledim. Sonra romanın kahramanlarından “ecel atını” gördüm ve hikayenin sonuna kadar hiç unutmadım. Gerçi o kısa bir an için görünüp kayboluyordu ama yazarın anlatımıyla onu da hafızama kazıdım. O sütkırı at, bütün ihtişamı ve gizemiyle, beyaz bir rüzgara benzen kuyruğuyla, acı acı kişneyerek hem Aziz’e hem de bana yollar boyunca romanın sonuna kadar eşlik etti. Aileden birini alacaktı yanına belki ya da sadece bir hayaldi tıpkı Eyüp Amca’nın, annesinin ürkütücü, puslu rüyaları gibi.
Hasan Ali Toptaş’ın yazdıklarında – türü ne olursa olsun – çok katmanlı anlam dünyasını bu coğrafyanın şimdilerde unutulan kadim kültürü ve geleneğiyle buluşturan güçlü bir sesi var. Yoluculuk ederken onu merakla dinliyordum. Binlerce yıldır masallardan, efsanelerden süzülen yalnızlığını seyre dalıp kendi yalnızlığıma çarpıyordum: “Afyon’dan sonra; Arguvan türkülerini dinledim bir müddet; dinlerken de, direksiyonun başından kalkıp ışıl ışıl parlayan ay ışığında tenha köyleri gezer gibi oldum adeta, eline yedi bayram kına yakmayan suna boylu gelinlerin oturduğu avlu kuytularından geçer, sadeliğin ve kadirbilirliğin yaylarında soluklanır, yazıdan yabandan menevşe devşirir, deryalara, denizlere, göllere dalıp çıkar ve geceleyin baş perdeden çalınan bağlama sesleri eşliğinde yıldızlara bakar gibi oldum”. O böyle çağıl çağıl anlatırken ben de öyle hisseder oldum.
Bu roman sadece onun yazın dünyasının doğal bir parçası olan tabiata değil bir dönemin ruhuna, alışkanlıklarına, türkülerine, onları seslendirenlere ve gücünü sahicilikten alan zarif bakışa da saygı duruşu niteliğini taşıyor; “Gökpınar’a doğru sürdüm. Eskiden gençlerin giyinip kuşanıp seyrana çıktığı, ahşap oluğundan buz gibi gürül gürül sular akan o güzelim çeşmeden eser kalmamıştı tabii. Yalakların çevresinden fışkıran kayış kalınlığındaki otlardan, sarı kanatlı, yeşil kanatlı arı vızıltılarından, kabarıp sönen kurbağa seslerinden, hemen üst taraftaki çimenlikten, sevdalıların baş harflerini kazıdıkları akçakavaklardan, çınarlardan ve bunların dallarında cıvıldaşan kuşlardan da eser kalmamıştı”.
Romanın akademik yorumları seven ‘eleştirmenleri’ meşgul edecek bir sürprizi de var. Sanıyorum yazar ilk kez - tam da kurguladığı oyuna uygun şekilde – anlatıcının kendisi olduğunu söylüyor. Ama hemen heyecanlanmayın öyle tatlı bir oyun değil bu, kurgunun nimetleriyle demek istediğini anlatıcısına söyletivermiş. Aşina olduğum durumlarla dalga geçen cümleleri okurken dudaklarım müstehzi bir tebessümle kıvrılıyordu. Aziz, kendisine ahbaplık etme gayretiyle yaklaşıp sonradan hayatını çarpıtarak yazan bir akademisyenden bahsediyor: “Okudukça ister istemez yeniden öfkeleniyordum tabii. Kitabı yazan akademisyen, yazarla anlatıcıyı aynı kişi sanıyordu çünkü; bu nedenle de, bilimsel çalışma yapıyorum iddiasıyla, romanlarımdaki kahramanları, kollarından yahut yakalarından, paçalarından tutarak, sürükleye sürükleye getirip benim hayatımın orasına burasına raptediyordu. Dolayısıyla romanlarımda anlattığım her evlilik benim evliliğimdi ona göre; dayılar benim dayılarım, dedeler benim dedelerim, çocuklar benim çocuklarımdı”. Yaparlar diye söylendim içimden, daha fenasını da yaparlar. O da daha fazlasını anlatmış zaten. Yazar anlatıcının kendisi olduğunu belli eden cümlelerinden sonra yazınsal gerçeklikle yaşamsal gerçeklik arasındaki uçurumu da ironik bir tonla göstermiş. Doğrusu onca yıl, kitap ve ödülden sonra tam da yerinde ve zamanında bir “ima” olduğunu düşündüm.
Somerset Maugham, “Yaşayan insanları aldım ve onları karakterlerine uygun olarak trajik ya da komik durumların içine soktum. Onların kendi hikayelerini icat ettiğini de söyleyebilirim” diyordu. Otobiyografik kurmaca, hikayedeki kahramanları hissedebilmek, mutsuzluğuyla, zaaflarıyla, müphem kader çizgileriyle, anlık bilinç kopuşlarıyla, savrulmalarla ‘O’ olabilme çabasıdır. Gerisi daha ziyade anlatıcının da hatırlattığı gibi magazini ilgilendiriyor.
Gündelik hayatta hikaye anlatırken bildiğimiz yerlerin (Şehir, sokak, mahalle, mekan vs) isimlerini kullanırız. Her şey çok sıradan görünür. Olaylar kendiliğinden akıp gidiyordur sanki. Bu romanın geri plandaki duygusu bu ve sanırım bilinçli bir tercih. Ama bilirsiniz ki anlatıyı cazip kılan ‘hikayecinin’ maharetinde gizlidir. Hadiseler nasıl gelişirse gelişsin yazı diline tercüme edilen her hikaye, sesiyle, olay örgüsüyle, yaslandığı duygu ve meselelerle kendi gerçekliğini yaratır.
“Kuşlar Yasına Gider” taşıdığı açık ve gizli kederiyle birlikte hikayenin döngüsel sarmalında okurunu peşinden sürükleyecek sakin bir roman. Yazarı ne der bilmiyorum ama ben bu kitabın Hasan Ali Toptaş’ın sükunetiyle, yasıyla, zamanlamasıyla “olgunluk” dönemi eseri olduğunu düşündüm. O mütevazı ve merhametli bir hikayenin içinde hayata, yazıya inancını, sesini yitirmeden yaşayan bir roman kahramanı gibi dolaştı “yolculuk” boyunca.
Onun bir yazar olarak en çarpıcı özelliği, jestlerin, davranışların ve sözlerin gerisindeki “insanın” iç hikayesini, zihninden geçenleri buğulu bir camın arkasından izler gibi aktarabilme becerisidir. Hikayesini iştahla anlatırken soluklanıp, “Beton yükseltiler arasında çalkalanıp duran şehrin gürültülerini aşarak, insanın içindeki heveslerin kulağına doğru seslenen büyülü bir uzaklıktan” bahseder mesela.
O tecrübenin başımıza gelenlerden ziyade onların bizdeki etkileri olduğunu bilir; “Babalar alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır” cümlesi işte bu hakikatle anlamına kavuşuyor.
Söyleşilerden birinde; hayatın kelimelerin toplamından daha büyük olduğunu söylüyordu. O anlatmaktan hoşlandığı bir “hikaye” olduğunu, karşılaştığımız her şeyin bir parçası olduğumuzu derin bir yazı ve hayat sezgisiyle hissediyor. Belki de bu yüzden gölgesi olduğuna inandığı Hasan Ali’nin kalemiyle hem hayatın içinde solgun solgun dolaşmak, hem herkese dokunmak hem de kimseye dokunmamak istiyor. Bunu da her seferinde kendi ritmi ve ölçüleriyle başarıyor.