Bu yazıyı birkaç sene evvel yine muktedirin ‘savaşı’ siyasetin aracı haline getirme tutkusu üzerine yazmıştım. Cephelerde değişen bir durum yok dolayısıyla hiç değiştirmeden paylaşmak istedim.
Hayatın mucizesiyle ölümün müphem karanlığı arasında bir sarkaç gibi salınan yazıyı, insan olmanın kırılganlığını hatırlattığı için seviyorum.
Yaşam ve ölüm, çoktandır ahenkli bir birlikteliğe ihanet eden iki düşman gibi dolaşıyor buralarda. Kısacık bir insan ömrüne sığamayacak kadar çok çıplak, çaresiz ve saf acılarla dolduruyoruz hayatı. Hâlbuki doğumun doğal bir uzantısı olan ölümün bile hayatın kutsiyetini hatırlatan derin bir manası vardır. Bazen bu basit gerçeği hatırlayabilmek için sabahın bozulmamış saatlerinde utangaç bir edayla tebessüm eden mandalina ağaçlarımın yanına gidiyorum. Zamansız, sürprizli tomurcuklarıyla bize cömertçe bağışlanan “güzelliği” gösteriyorlar. Onlarla konuşurken evi yaşlı ıhlamurların baygın kokusu dolduruyor. Sokaktaki manolyaların birer birer açan zarif beyaz çiçeklerine hayret ederek bakakalıyorum her gün. Böyle ışıltılı anlarda sadece kendim için değil o anının büyüsünü hissetmeyi çoktan unutmuş olanlar için de umutlanmak istiyorum. Ama biliyorum ki ben bunları düşünürken yaşadığım ülkede, başka topraklarda insanlar her gün nedenini tam anlamadıkları hâlde ölüyor, acımasızca öldürüyor.
Size tuhaf gelmiyor mu? Bu dünyaya gözünü açan herkes, o acıyı içerden yaşamasa da asırlardır tanık oluyor, okuyor, görüyor ve asla ders almıyor. İnsan kırılgan olduğu ölçüde vahşileşebilen bir varlık çünkü. Geçen yüzyılın başında doğan Erich Maria Remarque, on sekiz yaşında askere alınıp, Birinci Dünya Savaşı’nda cepheye gönderildi. Aynı yıl ağır bir yara aldığı için hastaneye kaldırıldı. Köy öğretmenliği, mezar taşçılığı yaptı, akıl hastanesinde org çaldı ama yaşadıklarını hiç unutmadı. 1928’de Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’u yazdı. Elli yayınevi bu kitabı reddetti. Yayıncıları basmak için kıvranıyor ancak bu savaşın çıplak gerçeğini topluma göstermekten ürküyorlardı. 1929’da basıldığında bir yıl içinde satışı sadece Almanya’da bir milyonu aşmış ve bütün dünya dillerine çevrilmişti.
Ben bugünlerde çocukken babamın kütüphanesinde görüp “Bu Batı da neresi, herhâlde sıkıcı bir yer” dediğim o kitabı yeniden okuyorum. Sayfaları çevirirken karnım kasılıyor. Kıbrıs savaşında çocuktum. Ölümün ne olduğunu camlara lacivert defter kaplarını yapıştırırken öğrenmiştim. Sebebini sorduğumda misafirlerden biri, “Işığı fark ederlerse bomba atarlar ve hemen ölürüz, hem de yanarak” demişti ürperten bir soğukkanlılıkla. Hiç unutmadım. O an camın gerisinde gördüğüm hayalî patlamalarla birdenbire yaşlanmıştım.
Remarque, bu romanda savaşın insanı nasıl “insanlıktan” çıkardığını, alçalttığını göstermek için anlatır. Evet, kitabında yaşadığı her şey gerçektir ve yaşanmıştır. Kendisi de sorulduğunda “Ben herkesin yaşadığı korkuyu, korkunçlukları, umutsuzlukları, mahvolmak ve ölmek karşısında duyulan hayatı koruma içgüdüsünü dile getirdim” der.
On dokuz yaşında genç bir kahramanın izlenimlerini, düşüncelerini seslendiren bu romanın tazeliğini ilk günkü gibi korumasının sebebi sadece yazarının çarpıcı ve gerçekçi anlatımı değil maalesef. Bizi hayata yabancılaştıran savaşın ikiyüzlülüğü, dehşeti yaşanan onca acıya rağmen bütün şiddetiyle devam ediyor. Muhtemelen bu yüzden o “Çağdaş Alman edebiyatının en çok övülen ve en çok hırpalanan yazarı” unvanına sahip oldu. Militarizme karşı çıkarken savaşı estetize etmedi. Yazı sanatının imkânlarını kullanarak cephedeki şiddetle birlikte gerisindeki insanın yalnızlığını, çaresizliğini, duygularının çürüyüşünü anlattı.
Ölüme inat öyle canlı bir anlatımı var ki, onu okurken savaş alanında cesetleri bekleyen tabutların reçine kokularını duyuyorsunuz. Savaş üzerine düşünenlerin sadece yoksul insanlar olduğunu hatırlıyorsunuz. Ölüm emrini verenlerin “devlete hizmet fikrini” överken Remarque’ın söylediği gibi kahramanlığa “cambazhane atları” gibi hazırlanmasını izliyorsunuz. Cephede her gün sertleşen, kabalaşan, acımasız ve intikamcı insanlara dönüşen gençlerin hikâyesini okudukça “ölümün” bile içi boşalıyor. İki ayağı koptuğu hâlde koşup siperlerde saklanmaya çalışan cılız erkekler, parçalanmış cesetler kâbuslarınızda dolaşmaya başlıyor. Öldürmekten yorulunca her türlü duygudan yoksun “tehlikeli birer hayvana” dönüştürülen kavruk çocukları düşünüyorsunuz. Dünya kendi çekim ağırlığıyla üstünüze çöküveriyor. Gözleriniz saydamlaşıyor.
O vakit neden, diye soruyorsunuz kendinize? İnsanı aptallaştıran bu ölme ve öldürme hastalığı neden hiç geçmiyor? Savaşın siyasi, ekonomik boyutlarını “makul” gerekçelerle yazanlara bakıyorsunuz bir süre. Ama dönüp yüz yıl sonra yine Remarque’ı okuyorsunuz. Bir askerin anası, dostu, evladı, kardeşi, sevgilisi bildiği toprağa korkusunu, sükûnetini, umutsuzluğunu boşaltışını an be an hücrelerinizle hissediyorsunuz. Mermilerin vınıltısıyla bir sıçrayışta binlerce yıl geriye götüren öldürme dürtüsü çok korkutuyor. Yanıp tükenen gençliğin acı kokusu fena hâlde başınızı döndürüyor. İnsanın değişmeyen hakikati yüreğinize öylece mıhlanıp kalıyor. Kitabı kapatırken iç geçirip mırıldanıyorsunuz; Batı cephesinde hâlâ yeni bir şey yok! (Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Erich Maria Remarque, Çev. Burhan Arpad, Everest Yayınları)