Peki sahiden ne oldu da ‘bilgi devrimi’ bizi daha materyalist yaptı. Neden insanlık sahip olmaya, tüketmeye, arzularını tatmin etmeye bu kadar önem verir oldu. Bizi ‘mükemmelliğe’ zorlayan bu vahşi sisteme neden boyun eğiyoruz? Konforlu ve güvenli hayatlar neden mutlu etmiyor? Elizabeth Farrelly, muhtelif disiplinlerden beslenerek yazdığı zihin açıcı incelemelerde benzer sorular etrafında dolaşıyor.
Son cemrenin düşmesiyle ruhun korları da külleniyor. Toprağın altı, yeryüzünün kabuğu, ağaçların gövdesi usulca ısınıyor, buzlar eriyor, her şeyin üzerinde tüten sıcak buharın rayihası yeniden doğuşu müjdeliyor. Ansızın gelen acımasız bir ayazla yanacaklarını bilseler de tebessüm ederek patlıyor tomurcuklar. Henüz birer tohumken varlığından haberdar olmadığımız tabiat birer ‘mutluluk’ ihtimali olarak hayatımızın orta yerinde salınıyor. Dışarı çıkıp güvenle saklandığımız hayatlarımızdan uzaklaştıkça sorularla ve kaosla yüzleşmekten ürküyoruz muhtemelen oysa varlığın kökeni harekettir. İbn-i Arabi’nin dediği gibi varlık hareketsiz olursa kaynağına yani ‘hiçliğe’ döner.
Bugünlerde beni iyileştirecek olanın uzun yürüyüşlere çıkıp kendime mor dağ sümbülleri almak, bahar arifesinde üşümekten korkan ağaçlarla sohbet etmek, bir zamanlar iz bırakmış bir ana kendimi teslim etmek, kelimelere dönüştürebildiğim adımlarla zihnimi tazelemek olduğunu biliyorum ama modern şehirli alışkanlıklarım var işte. Çölde serap gören derviş misali ‘sanal düşlerde’ arıyorum hazzı. Çiçekleri, renkleri, çağıldayan dereleri, neşeyle gezinen ak bulutları, el maharetiyle yapılan nesneleri, sanatın hayata meydan okuyan işaretlerini, kadim hikayeleri, özlediğim lezzetleri kalın duvarların ardında gizlendiğim ‘ev’ konforunda arıyorum ve elbette bütün modern bezginler gibi tutsağı olduğum bu hayat tarzından bazen sıkılıyorum. Halbuki kainatta ‘her şeyin her şeyle’ bağlantı içinde olduğu hakikatine vakıf olmak beni biraz rahatlamalı ve nispeten özgürleştirmeliydi. Ama bilmek bazen işe yaramıyor işte. Ben de bu çağın içinden gelip geçecek olanlardan biriyim. Alışkanlıklarım, korkularım, tatmini zor hatta imkansız arzularım, zaaflarım, sıradan zihinsel karmaşalarım var.
Akademik çalışmaları, konuşmaları ve ses getiren kitaplarıyla ‘rönesans kadını’ olarak anılan Avustralyalı Elizabeth Farrelly’nin farklı temaları birleştirdiği makalelerinden oluşan kitabı ‘Mutluluğun Sakıncaları’yla tanışmam iyi oldu. Hemen herkesin kendisine ve birbirine sormaktan çekindiği ‘neden mutlu değilsin’ sorusunun cevabını gerçekçi, yoğun, net ve hakikate değen bir anlatım ve yöntemle cevaplıyor. Tahmin edebileceğiniz gibi bu bir ‘kişisel reçete kitabı’ değil, tüketim ve pazarlama yayıncılığı odaklı benzer başlıklar sizi yanıltmasın. Asıl işi mimarlık olan entelektüel bir yazarın, felsefe, psikoloji, edebiyat, sosyoloji, mimari, siyaset, bilimi, sanat, tasarım gibi çok farklı disiplinlerden beslenen uzun denemeleri de diyebiliriz. Kitabın girişinde kolay okunacağını müjdeleyen itiraf cümleleri okuru kucaklıyor hemen: “Hem kendi geleceğim, hem de çocuklarımın geleceği için değişmem gerektiğini biliyorum. Ama buna rağmen – tuhaf olan bu zaten – sizin gibi ben de değişemiyorum. Soyut bir bilgi uğruna konfordan, rahatlıktan ve hazdan vazgeçemiyorum. Elimden gelmiyor…Gayet zeki olduğumuzu düşündüğümüz halde, gerek birey, gerekse toplum olarak akılsız davranıyoruz. Bu kitabı yazma nedenim budur. İnsan denen şu tuhaf mahlukatın ne haltlar karıştırdığına en azından bir göz atmak istedim”.
Ben de başlangıçta şöyle bir göz atıp karıştırmak istedim sadece ama daha giriş bölümünde insanın davranış biçimleriyle onca yıldır muhtelif çekmecelerde biriktirdiği bilgi parçacıklarını buluşturma enerjisi beni hemen içine çekti. Üstelik bunu akademik dilin tuzağına düşmeden yapıyordu. Aydınlanmanın son meyvesi olan modernizmin tanımlama ve ayrıştırma dürtüsünü tarif ederken söyledikleri, bildiğim ama dilimin ucuna gelmeyen bir kelime gibi kendiliğinden söküldü ve gerisi geldi.
Evet, postmodernizm bile canlıları, şehirleri, hayat tarzlarını, evleri, bitkileri, meslekleri, kültürleri, gelenekleri sınıflandırarak bizi yaşadığımız hayata yabancılaştırdı. Üstelik bunu her defasında daha konforlu, güvenli, huzurlu, mutlu, haz tatmini yüksek hayatlar vaat ederek yapıyor. Dolayısıyla sadece ‘kişiye özel hakikat’ pazarlamacıları bir yana, kendi ofisimiz, kendi sinema/tv odamız, yüksek duvarlı bahçemiz, kulağımıza özel müzik sistemimiz, mahallemize en yakın alış verim merkezimiz, dünyaya bağlanmamızı kolaylaştıran kişiye özel telefonlarımızla giderek daha katı, acımasız, empati yoksunu, acımasız insanlar oluyoruz. Kendi hayatına büsbütün yabancılaşan fantastik roman kahramanları gibi ruhlarımızı gönüllü sürgünlere dönüştürüyoruz. ‘İçerdeki’ hayatımızın sıkışıklığından ürkerken, dışarıya adım atmaya da korkar olduk. Ve bu kısır döngü hayatlarımızı büsbütün köreltti.
Farrelly’nin, Arzu, Güzellik: Ölümü alt etle çabası, Ev, Şişmanlık ve Yuva, Doğa ve Kültür, ‘Feminizm ve Geleceği Tüketmek, Arkifobi ve Siyaset gibi başlıklar altında anlattıkları pek öyle kolay hazmedilebilir cinsten değil. O sadece artık iyice eskimiş ezberleri bozmuyor aynı zamanda ördüğü dokunun arka yüzünde neler olduğunu da göstererek zihin açıcı yöntemler öneriyor.
Söylediği gibi arzu hayatımızın en itici güçlerinden biridir ve yokluğunda hayal gücümüz, yaşam sevincimiz körelir, dünyayı ölü bakışlarla izleyen donuk varlıklara dönüşürüz. Ama bir yandan da dünyayı canlandıran arzular giderek daha tatmin edilemez hale geliyor sahiden. İstedikçe daha çok istiyoruz ve işin tuhafı istedikçe de mutsuz oluyoruz. Farrelly, Batı kültürünün arzu ile mutluluk arasında kurduğu hastalıklı ilişkiyi şu tarifle sorguluyor: “Arzu tatmin peşindedir, tatmin haz demektir, haz, mutluluk demektir ve mutluluk ise neredeyse her şeydir. Daha ne olsun. Ama ya bu varsayım hatalıysa?”
Neredeyse bütün başlıklarda bilinen varsayımları kurcalayan kimi zaman çökerten veya tersinden düşündürten yazılar yaşadığımız yüzyılın, sitemin sıkıntılarını taşıyan herkesi bir biçimde ilgilendiriyor. Öyleyse onun da sorduğu gibi basit sorularla ilerlemek lazım. Neden ısrarla yanlış şeyleri arzuluyoruz ve tatmin etmek için bu kadar çok çaba sarf ediyoruz, mesela. O ‘iyi arzu’ fondaki sabit bir uğultu gibi fark edilmeden kalır” diyor. Katılıyorum ve eklemek istiyorum; Hakiki arzu dillendirilmeye korktuğumuzdur belki de. Gerisi her türden tüketim alışkanlıklarının sağladığı konfor ve güvenlik hissi. Mal, mülk, fiziksel mükemmellik, aşk, özgürlük vs gibi bütün arayışlar tatmin edildikçe çoğalıyor nedense. Siyasetçiler veya iktidarın tepesindekiler için durum daha da vahim tabii. Yazarın da hatırlattığı gibi para veya şöhret de yetmiyor onlara, büyük kitleler tarafından ‘hayran olunan’ bir figür olmak uyuşturucu bağımlığı gibi bir hal alıyor.
Peki sahiden de ne oldu da ‘bilgi devrimi’ bizi daha materyalist yaptı. Neden insanlık sahip olmaya bu kadar önem verir oldu. Neden bizi ‘mükemmel’ olmaya zorlayan bu vahşi sisteme boyun eğiyoruz. Farrelly’nin bu bölümdeki alıntıları ve hatırlatmaları şahane. Bana göre en sahih ve basit cevap; insanın kusurlu olduğu için benzersiz, biricik ve bu haliyle ‘mükemmel’ olduğu gerçeğini kabullenebilmek. Yazar, fütürist Alvin Toffler kırk yıl önce gelecekte insanların seçenek bolluğundan mustarip olacağını söylemiş. Kendinizi daha iyi, daha mutlu, daha güzel, daha tatmin olmuş hissetmek için herhangi bir yere gidin ve orada ne çok vakit ve enerji harcadığınıza bir bakın mesela. İstemenin artık sadece ‘istemek’ olmadığını, doğal dürtülerimizin bile nasıl şekillendirildiğini fark ettiğinizde belki arzularınızı da yeniden değerlendireceksiniz
Tatminsizlik, sıradanlığın doğurduğu sıkıntı, doyurulamayan arzular ve hayal kırıklığının neden olduğu o döngüyü kırmak kolay değil. Belki iç sesimizi dinlemeye başladığımızda irade ile bilinç dışı arzularımız arasında daha makul bir alan olduğunu sezeceğiz. Ama ya sahiden de arzuları yani hazzı ve acıyı hissedemeyen varlıklar olsaydık. Toplumsal ilişkilerimizde takındığımız maskenin (persona), dünyayla bir bağlantı kurma çabası olan sanatın, bazen hakikati dile getirmek için yalan söyleminin, risk almanın, oynamanın, maceralara sürüklenmenin eğlenceli ve iyileştirici yanlarını görebilirsek bizi fildişi kulelerimize hapseden ‘güvenli hayatın’ boğuculuğundan kısmen kurtulabiliriz.
Sokrat’ın insanın son nefesiyle uçup giden bir kelebek olarak tasavvur ettiği ruh (psike) o ‘sonsuz yolculuğunda’ bir nebze huzura kavuşabilir belki. Netice itibarıyla hayatı bize dayatılanlara rağmen dantel örer gibi incelikle dokuyan yine kendi tercihlerimiz. Borges, “İnsan yaşadığı yeri yıllar boyunca şehirlerin, krallıkların, dağların, körfezlerin, gemilerin, adaların, balıkların, odaların, aletlerin, yıldızların, atların ve insanların resimleriyle doldurur. Ve ölümünden kısa bir süre önce fark eder ki, sabırla oluşturduğu bu labirentin çizgileri aslında kendi yüzünü resmetmektedir” demiş. Onun metafor olarak kullandığı ‘yüz’ benim için zahmetli ama hakiki bir hayat inşası. Misafir olduğumuz bu dünyadan geçip giderken benliğimizi eksikliğiyle hissedebilmek, olup biteni kısmen anlayabilmek için gereken berrak bir algıya sahip olmak kolay değil ama hala mümkün.
O vakit demokrasinin, kapitalizmin, devletçiliğin hatta feminizmin büyük ölçüde desteklediği tüketme, hak ettiğimiz için sahip olma fikrini ve etrafında şekillenen dürtüleri, davranış biçimlerini yeniden düşünmenin zamanı gelmiştir. Farrelly yazmış; “Camille Paglia’nın şakayla karışık dediği gibi, “Eğer uygarlık kadınların eline bırakılmış olsaydı, hala sazdan kulübelerde yaşıyor oluyorduk”. Kim bilir nasıl olurdu, doğrusu bunu ben de merak ediyorum ama bugün yaşadığımız gerçek biraz acı; daha çok para harcayan, daha bencil, daha yalnız, daha kabuklu kadınlar, erkekler olduk. Ve güvenli hayatlarımız, paslı alışkanlıklarımız, huzur kaçıran ‘konforumuz’ var. Yine de hiç durmadan mızmızlanıyoruz.
Elizabeth Farrelly, bir mimar olduğu için yaşama kültürüne bakışını doğanın, sanatın, düzenin ve insanın ‘gizlenme’ dürtüsü üzerinden iyice genişletebiliyor. Tam da bu nedenle düzenin boğduğu şehirli yaşamlara, güya doğaya kaçmak için inşa edilen banliyö fikrine, mükemmellik yarışına, insanı çürüten ‘güven ve konfora’ coşkulu bir devrimci misali itiraz ediyor. Heyecanını yitirip giden hayatların nasıl uyandırılacağına dair hazır reçeteleri yok elbet ama tünelin ucundaki aydınlığı gösteren düşünceleri var. Doğası gereken sınırları aşan sanatı ve yaratıcılığın gücünü savunuyor en başta.
Biliyorum bu yazıyı okuduktan sonra yine kişisel bilgisayarınızda sanal gezintiler yapmaya, benliğinizin etrafındaki kabukları kalınlaştırmaya devam edeceksiniz. Biliyorum, çünkü ben de öyle yapıyorum. Ne doğallıktan uzaklaşan şehri, ne tabiatı, ne de tutsağı olduğum arzularımı derinlemesine düşünüyorum. Ama hiç değilse kitabın yazarı gibi insan denen şu tuhaf mahlukatın ne haltlar karıştırdığını biraz soluklanıp anlamaya çalışıyorum. İyi geliyor. Kimsenin dokunmadığı yerde ışıldayan geçici hazlara, mutluluk kırıntılarıma, yarım kalan arzularıma şöyle bir bakıyorum. Sonra yine şiirin deli merhametine sığınıyorum: “Ne kendimi hatırlamak ne tanımak istiyorum/Çok kalabalık oluyoruz, kim olduğumuzu bulmaya çalıştığımızda” diye fısıldıyor kulağıma Pessoa. Sadece şükrediyorum.
*Elizabeth Farrelly / Mutluluğun Sakıncaları – Çev. Erdem Gökyaran / Yapı Kredi Yayınları
**Bu kitap YKY’nin bu ay yayımlamaya başladığı ‘21.YY Kitapları’ dizisinin ilki. Harika bir başlangıç olmuş. Devamını merakla bekleyeceğim.