Bir kitabın ait olması gerektiği yer büyük bir muammadır. Eğer onu bir nesneden ibaret görmüyor, hayatınızın akışını bir biçimde değiştirecek bir ruhu, kaderi olduğuna inanıyorsanız ilişkiniz ‘okur-kitap’ yakınlığının ötesine geçmiş demektir. Kitabınızı tozlanmaya bıraktığınız rafta, ödünç verdiğiniz arkadaş evinde, unuttuğunuz otel odasında, eski sevgilinin çekmecesinde, bağışladığınız kütüphanenin unutulmuş bir köşesinde, bir koleksiyonerin arşivinde, dost bir sahafın deposunda ne yaptığını hayal ediyor, onun için endişeleniyor, arada özlüyorsanız durum biraz hastalıklı bir hal almış demektir.
Kitap severlerin çoğu gibi benim de kitaplarımla tutkulu ve biraz da saplantılı bir ilişkim var ama salt biriktirmekten hoşlanmam. Kelimeleri, hikayeleri, cümleler arasına yerleştirdikleri doğal suskunluklarıyla ön yargılarımı yıkan, hayallerimi taçlandıran, şifa veren, zihnimi aydınlatan bakışlarına dokunma ihtimalini severim. Kimi zaman ihmal ettiğim, küstüğüm, özlediğim, kızdığım yazarlarıyla konuşmak, onları yeniden keşfetmek, maceralarıyla başka ‘hayatlara’ sürüklenmek bana kim olduğumu hatırlatır.
Mezopatmaya’da deri çantalarda, demir kutularda saklanan kil tabletlerden bu yana insanın kitapla kurduğu medcezirli ilişkinin çok değişmediğini düşünüyorum doğrusu. Çağın koşullarıyla ve yeni biçim arayışlarıyla değişen görüntüsüne rağmen kendi amacına ve ruhuna sadık kalabilen az sayıdaki ‘eşyadan’ biridir kitap. Okuma ve yazma eylemlerinin çeşitliliği, kitapları basma, saklama, pazarlama, sunma yöntemlerinin tasarım endüstrisinin bir parçası haline gelmesi bile onu gizemli yolculuğundan alıkoyamıyor. Kitapların da kendi varlık sebeplerinden bağımsız kaderi var çünkü ve bu sahibini, dokunanları, onu hayatına alanları ve hatta bile isteye çıkaranları da tuhaf bir biçimde etkiliyor.
Kitaplarına sadık kalabilen okur biliyordur. Okumaya yeterince vakit ayıramadığınız için giderek büyüyen suçluluk duygusuyla baka kaldığınız kütüphaneniz, geçmişiniz ve geleceğinizdir. Bir tür aç gözlülükle alıp yığdığınız kitaplar ‘ağırlıklarıyla’ baskı yapsa da orada gömülü olan hazinede nelerin saklı olduğunu en iyi siz hissedersiniz. Sayfaların kenarlarındaki tuhaf notlar, arada kalan sinema biletleri, altını neden çizdiğini hatırlamadığınız cümleler, çok eskilerde kaldığınız bir güne götürür bazen. Belki çoktan hafızanın derinliklerinde saklanan eski bir yaz gününe, bir sabah yürüyüşüne, kederli bir akşamüstüne, sevdiğinizle birlikte ilk yeşil eriği ısırdığınız bir ana ya da deniz kenarında sade bir kır evi tahayyülüne…Kitaplarından vazgeçemeyen insanlar aslında köklerine kelimelerle tutundukları hayatlarından, hayallerinden, hatıralarından vazgeçemezler. Onlardan uzaklaşınca ölecek gibi hissetmeleri, derin bir kalp ağrısı çekmeleri bundandır. Kendilerine yeri doldurulamayacak güçlü bir duyguyu hatırlatan kitabı kaybetmektense değerli bir eşyalarını kaybetmeyi tercih edebilirler. Netice itibarıyla tuhaf bir biçimde ‘o kitabın’ varlığı, bazen okumaktan daha önemli hale gelir. Ve böylece bazen bir kitaptan kurtulmanın ona sahip olmaktan çok daha zor olduğunu hatırlarız. O vakit, bir daha kapağını açmayacağımız kitapları da neden sakladığımızı kendimize sormaktan vazgeçeriz zaten.
Okuma eylemi üzerine bilgileriyle özel kitaplar yazan Arjantinli yazar Alberto Manguel’in ‘ideal kütüphane’ tanımlamalarından birisinde, her kitabın kendi vaadini içinde taşıdığını ve bir başka kitapta yankısı olduğunu söylüyordu. Ona şu tespitle katılabilirim; her okur kendi ideal kütüphanesini kendi varlığıyla kurar ve gerekirse yine kendi gücüyle yıkar.
Bu uzunca girizgahı yapmama sebep olan kitap, ‘kitap-okur’ ilişkisine dair okuduğum en çarpıcı romanlardan birisi olan ‘Kağıt Ev’. Novella demek daha doğru belki. Zevkle bir solukta okunan bu hikaye, incelikli sürprizleri ve kitapların kaderimizi etkileyişini gösteren kurgusuyla kitap tutkunlarını etkilemiş belli ki. Arjantinli yazar Carlos Maria Dominguez’in 2002’de yayımlanan romanı kısa sürede yirmiden fazla dile çevrilmiş. Burada da ilgi gören kitap, “1998 ilkbaharında Bluma Lennon, Soho’daki bir kitapçıdan Emily Dickinson’un şiirlerinin eski bir baskısını aldı ve ilk köşe başında, tam da ikinci şiiri okumaya başladığında bir arabanın altında kaldı. Kitaplar insanların kaderlerini değiştirir” cümleleriyle açılıyor.
Hikayenin meraklı anlatıcısı, kitap tutkunu Carlos Brauer’in edebiyat profesörü olan Bluma Lennon’la olan gizemli ilişkisinin ortaya çıkmasına neden olan bir Joseph Conrad kitabıyla kendi yolculuğuna çıkıyor. Bir başka kitap koleksiyoncusu Delgado’dan ve başkalarından dinlediği hikayeler bütün kahramanların kaderini bir kitapla birbirlerine bağlıyor. Onlara bibliyofil demek biraz haksızlık. Bilhassa sonuna doğru kitap-insan ilişkisinin en sıra dışı halini can yakan resimlerle gösteren Carlos’un hikayesi, romanı okuma alışkanlıklarının, yazınsal maceralarını, ‘ideal kütüphane’ düşüncesinin sınırlarını ötesine taşıyarak kitabın hayatımızdaki yerini biraz da hırpalayarak sorguluyor.
Carlos’un kitaplarında iz bırakma takıntısını okurken müstehzi bir tebessümle sayfaları çeviriyordum. Okuduğu kitapların girişine, sayfalarına acımasızca notlar yazan herkes, benim gibi o izlerin de akıbetini düşünür muhtemelen. Yazara göre Brauer’in takıntısı biraz daha farklı. Kitapları karalamayı barbarlık olarak Delgado’nun tersine kitaplarıyla ‘sevişiyor’ ve iz bırakmadan duramıyor. Banyoya yığdığı kitaplar zarar görmesin diye soğuk suyla duş alıyor, onlarla yaşamak uğruna çevresinden uzaklaşıyor, parasız kalıyor ve tarifi zor bir deliliğe sürükleniyor. Yazarı onu bir yolcudan ziyade bir kaşife benzetiyor. Kendine kitaplarıyla bir sanat eseri inşa ettikten sonra onlar tarafından kapana kıstırılmış, gerçeklikle bağını yitirmiş bir kaşif.
Yazar, hikayenin başında ‘Bluma onu hayattan alıp götürecek olanın yine bu olacağını bilmeden hayatını edebiyata adadı” diyerek, kitabın hayatlarımızı nasıl değiştirdiğine dair kitap boyu devam edecek olan tartışmanın da kapısını aralıyor aslında. Sahiden, kitaplar hayatımızı nasıl değiştirir. O ünlü roman cümlesinde olduğu gibi “Bir roman okudum ve hayatım değişti” basitliğinde mi yoksa kitleleri peşinden sürükleyen ve toplumun bakışını etkileyen büyük dalgalanmalarla mı? Her okurun, çağın ve yazarın bu anlamda kendine has tecrübeleri vardır kuşkusuz. Ve onu kendisi keşfedecektir.
Evet, kitaplar insanların kaderini değiştirir ama insanlar da kitapların kaderini değiştirir. Yasaklandığı için gömülen, yakılan, imha edilen kitaplar, yayıncı beğenmediği için senelerce gün ışığına çıkamayanlar, hain editörlerin çekmecelerinde kalanlar, yazarın vasiyetine rağmen okurla buluşanlar…Dominguez’in romana dahil ettiği bu yaklaşım, kitap-kader bağlantısının perspektifini de okur nezdinde genişletiyor haliyle.
Başlangıçta şiir okurken ezilen bir kadının başına gelen kazanın, kitaplarla hastalıklı bir ilişki yaşayan adamla olan ilişkisine yayıldığını gördüğümde yine ‘her şeyin, her şeyle örülmüş gizemli bağlarını” düşündüm elbette. Yazar da bunu önemsediğini ima etmek istercesine Conrad’dan şu alıntıyı yapmış: “Canlıların dünyası, kendi içinde yeterince mucize ve gizem barındırır; bunlar öylesine açıklanamaz bir şekilde duygularımızı ve zihnimizi etkiler ki, hayat mefhumunu neredeyse efsunlu kılar”.
Kitaplar da böyledir; ne zaman hayatımızı değiştireceğini bilemediğimiz sırlı varlıklarıyla hayatımızı altüst edebilirler. Tam da bu nedenle yazarın hatırlattığı gibi, “İnşa edilen bir kütüphane, yaratılan bir hayat, demektir”.
Kütüphanelerimiz aynı zamanda hayatın sıkıntılarını geçici de olsa unutabildiğimiz ‘lunaparklardır’ aynı zamanda. Meseleye böyle bakabilen okur, bazen benim gibi kitaplara yüklediği anlamı abartıp, romanda olanın tersine birbirlerinden hoşlanmayan yazarları inadına yan yana yerleştirebilir mesela. Dramatik yanı güçlü bu hikayenin ironik yanını da sevdim. Kitap-insan ilişkisinin bilinemez işaretlerinin aynı zamanda eğlenceli olabileceğini de gösteriyor çünkü.
Kitapların peşinde koşan, onları aşık olduğu birisi gibi sevebilenlerin tıpkı hayatta olduğu gibi döngüsel bir yolculuğu var. Doğrusu ben sürprizlere açık bu ‘oyunu’ da kitapların içeriği kadar önemsiyorum bazen. Belki hiçbir zaman Carlos’unki gibi kitaplardan inşa ettiğim ‘kağıttan bir evim’ olmayacak, bu dünyanın katı gerçekliğinden uzaklaşabilecek kadar kendimi kaybetmeyeceğim ama sevdiğim kitaplar sayesinde dokunduğum, büyüdüğüm, çoğaldığım, eksildiğim hayat tecrübelerinin kıymetini son ana kadar hatırlayacağım. Sonra bandan kalanları başkaları hatırlayacak.
Hem belli mi olur, belki bir gün kumsalda yürürken böceklerin kemirdiği ama yok edemediği, eski ciltli bir kitaba takılırım. Usulca eğilir önce onu boğan yosunsu otlardan kurtarırım. Yazarının sesinden evvel bu dünyadan geçip giderken iz bırakmak isteyenin alçak sesle okuyuş sesini duyarım. Sonra batık bir gemiden kıyıya vuran enkaz misali gün ışığında kuruyan soluk sayfalarını koklarım. Onu tılsımlı bir hediye gibi gittiğim her yere taşırım. Kimsenin açmaya cesaret edemeyeceği mühürlü hafızasının kilidini kırarım. Ve sonra belki her şey bittiğini sandığım yerde, zamanın edebiyata savurduğu tozların uçuşmasıyla yeniden başlar.
*Kağıt Ev/ Carlos Maria Dominguez; Çev: Seda Ersavcı – Jaguar Yayınları