Bazı yazarlar dünyayı örtebilecek genişlikte bir atlas örer gibi yazar. Sadece edebi eserleriyle değil döneminin güncel atmosferini, yaşam biçimini zamanın altın tozlarıyla yıkarlar. Kelimelerin günlük gazetelerde siyasi kavgalarda harcanmaması gerektiğini bilen, yazılarının ebedileşme ihtimalini seven merhametli yazarlardır onlar. Zamanı, akılla sezgi arasındaki görünmeyen bir alanda yoğunlaştırıp saatleri, takvimi eğip büker önce daraltır sonra esnetirler. Bir gün hayatın üstünü kaplayan tozlar dağılıp gerçekler görünmeye başladığında kelimelerinin berraklığı tekrar gün ışığına çıkar. Onların içselleştirdiği vakit algısıyla izleyebilirseniz ‘dilin’ gücünü daha iyi kavrarsınız.
Türkçenin müziği, mizahı, zenginliği, bereketi olan Refik Halit Karay kuşkusuz onlardan birisidir. Onun yazdığı herhangi bir yazı beni ziyadesiyle mutlu etmeye yetiyorken, yaklaşık otuz yıl boyunca (1938-1965) arasında Tan, Akşam, Yeni İstanbul, zafer gibi gazetelerde yazdıklarının 18 kitaplık ‘Memleket Yazıları’ dizisinde yeniden hayat bulmasını öğrendiğimde sevinçten zıpladım. Onlara kavuştuğumdan beri herhangi birini rastgele açıp okuduğumda bugünün sığ, bezdirici, karanlık gündeminden uzaklaşıp başka alemlerde seyahat ediyorum. Türkiye her zaman sorunu, acısı bol bir yerdi dolayısıyla o hareketli yıllarda ülkenin içinden geçtiği siyasi, kültürel, toplumsal değişimin çalkantıları yine çok sıkıntılıydı. Muradım, muhalif bir gazetecinin düşüncelerini bugünle mukayese etmek değil, onun yazarlığıyla buluşturduğu ‘muharrirliğinin’ hayata direnişini gösterebilme çabası.
Ama ‘Memleket Yazıları’ndan evvel eski bir yazımı tam da yeni bir bahar başlangıcında hatırlatmak istedim: “Kısacık bir vapur yolculuğunda koskoca bir hayat öylece akıp gitti gözlerimin önünden. Sonra sesi soğuk şelaleler gibi şıkırdayan şiirli cümlelerini, incelikli tasvirlerini hatırlamaya çalıştım. Vapur kıyıya homurtuyla yanaşırken Nisan yağmurlarının en utangacı başladı. İncecik, tam da onun yazdığı gibi: ‘O yağmurlar ki bugünlerde güneş ışığına karışmış, üstüne düşecekleri çiçeklerin türlü renkleriyle ılık ılık dolgun dolgun özsulu, kokulu, geçici sağanak halinde ne güzel serpilir. Yeşile konar, yemyeşil olur, leylaklar üzerine düşer, leylak kokar. Yeni baş vermiş erikler üzerinde sanki mayhoş kirazda tatlıdır. Bir tarafa bu, bir tarafa ışık serpen, gölgeli güneşli, eleğimsağmalarda süslü, çocuk gözyaşları gibi hüzünsüz ve süreksiz yağmurlar’”. Mustafa Kemal’in “Aleyhimizde yazıyor ama çok iyi yazıyor” dediği dil ustasının günlük yazıları sadece muhalif olduğu için değil tılsımlı diliyle yazıyı canlı kıldığı için bugün okuyan herkese hayat sevincini hatırlatıyor.
Bugün hala Karay’ın edebi lezzeti yüksek hikayeleriyle, romanlarıyla tanışmamış olanların çoğunlukta olduğunu biliyorum ve bu beni sahiden üzüyor. Yıllar sonra ilk kez İnkilap Yayınları’nın özenli çalışmasıyla bir araya gelen ‘Memleket Yazıları’ serisinin yedinci kitabı ‘Bu Gazeteciler’. Kitapta döneminin gazeteciliğine, yayıncılık anlayışına, gazetelerin işleyiş biçimine dair yazılar var. Onun 1 Haziran 1956’da yazdığı, “48 yılı dolmuş basın tarihime şöyle bir bakmak istedim” diye başlayan yazısı bugünkü sıkıntıların başlangıcına işaret ediyor: “İçimizde bu meslek yüzünden yirmi bir seneyi menfada (sürgün) geçirenler var. Yine şükür…Zira meslektaşlarımızdan üçüne Meşrutiyet hengamesinde birer kurşunla ölüm nasip olmuştu; menfasından dönmeyenleri de biliyoruz. Bekirağa zindanlarıyla çeşitli hapishaneleri boylayan sayısızdır; Örfi ve İstiklal mahkemelerinden güçlükle yakalarını kurtaranlar da epeyce yekun tutar. Bu, gazeteciliğin muhalefet yapan cephesidir. Onun bir de muvafık cephesi vardır ki değme keyfine! İktidarı tutanlar tuttukları sürece aziz, berhudar ve bermurad olurlar. İlaveten mebusluk, idare meclisi azalığı, hariçte mümessillik, delegelik, basın ataşeliği veya temsilciliği nev’inden değerli mükafatlar görürler. Huzur, refah, zevk içinde ömür sürerler. Böyle olduğu halde neden yine muhalif gazeteci çıkar; muvafıklığın nimetini teper? Hiçbir şiddet ve tehdidin tesir etmemesine göre onun zevki daha üstün olmalı. Galiba bu zevk ne yapılsa köreltilemiyor”. Atmış yıl sonra daha kötü bir yere mi geldik acaba? Evet ama mesele sadece bu değil.
Bu uzun alıntıyı bu ülkede değişimin zorluğunu göstermek için değil onun ‘bütünlüklü’ bir yazar olduğunu anlatabilmek için yaptım. Refik Halit Karay, bugün maalesef yazarlığından ziyade, sürgüne gönderilişi, muhalif tavrı, İttihat ve Terraki’nin baskına maruz kalmış bir yazar olarak anılıyor. Halbuki o kadınları, yaz aşklarını, hovardalığı, ihtiyarlığı, iklimleri, İstanbul sokaklarını, bayramları, çiçekleri, yağmuru, tabiatı, kimsenin bahsetmeye gönül indirmediği Anadolu kentlerini, mutfak zevklerini, sanatı, edebiyatı yazarlığının bir parçası olan benzersiz dil zenginliği, her daim canlı kalmayı becerebilen bir Türkçe, keskin bir mizah anlayışı ve sezgisel öngörüsüyle anlatır.
Dilin, edebiyatın kıymetini, hayatı köpürten bereketini çağdaşlarının pek çoğundan daha iyi kavramıştır. ‘Edebiyatı Öldüren Rejim’ serinin üçüncü kitabı. Behçet Çelik, bu başlık için yazdığı harikulade önsözdeki tespitine katılıyorum: “Refik Halid’in dile bakışı kelime düzeyinde değildir; edebi bir metnin dilini içerdiği kelimelerin kökeniyle değil, cümlelerin akışı, okurda bıraktığı izlenim ve tatla bir bütün olarak değerlendirmekten yanadır. Metnin akışındaki doğallık ve uyumu önemser”.
Karay’ın “Konuşmadığımız bir şekli yazı lisanı yapmak bana ‘tik’ yani kaş göz oynatma, ağız dudak çarpıtma kadar anormal geliyor” cümlesini okuduğumda her zamanki gibi yüksek sesle gülüyorum. Bugün daha donanımlı görünmek için taammüden ‘anlaşılmaz’ yazanları ‘kirpi’ mahlasını hak eden üslubuyla tarif ediveriyor. Yaşadığı sürece kendisine tavır alanlara karşı onu koruyan neşeli iyimser, ironiyle beslenen dikenli bir zırhı vardı. “Hiçbir tenkidin fena bir eseri yaşatmağa, iyisini de öldürmeğe kudreti yetmez” der mesela. Kendisini bilen her yazar gibi taşıdığı şüpheye rağmen kalıcı olabilme ihtimaline güvendi ve haklı çıktı.
Mizacı epey sıkıntı çekmesine neden olmuş, belli. Ama o da bütün has yazarlar gibi bir seçim yapmış. Düşünceleriyle, yaşam biçimiyle, siyasi tavrıyla, kimseye ezdirmediği kalemiyle kendisi olmayı tercih etmiş. Onu kalıcı kılan edebi yeteneğinin ötesinde bu duruşuydu sanırım. Bugün hangi yazısını, hikayesini, romanını okursanız okuyun, damağınızda kalacak olan edebi lezzet öncelikle onun bu sarsılmaz kimliğiyle alakalıdır. Eğer siz de bir bahar günü gezintiye çıkmadan evvel şu satırları okursanız mesela ne demek istediğimi daha iyi kavrayacaksınız: “Bostanlar arası gezintileri de severim; hele Bostan kuyuları önünde, alçacık duvara şöyle ilişerek arklara boşanan suların çekilişini seyretmek, dolap gıcırtılarını dinlemek, sur yarıkları arasından deniz paftalarına dalmak hoş değil midir? Buralarda içilen sigaranın keyfi ise büsbütün başkadır; her nefesinizde yorgunluğunuzun azaldığını ve görüp anlama hassanızın arttığını duyarsınız”.
Bugünkü şehirlerde ‘bostan mı kaldı’ dediğinizi duyar gibiyim. Belki bunun için de okumak lazım. Karay, bir nostalji yazarı değildir; hatta kendi bazı yazılarında “benden evvelkiler de benzer sorunlardan şikayet ediyormuş” diyerek kuşaklar arası buluşma noktalarını hatırlatır. Döneminde anlaşılamamış ‘İstanbul Yazıları’ sadece edebi açıdan değil bugünkü vahşi kentsel dönüşümün kalıcı tahribatını anlamak için de iyi bir fırsat.
İlla günümüzün koşullarıyla mukayese etmek gerekirse şunu hatırlatmalıyım zira bugünün yobaz liderleri bu kadarını bile yapamıyor. Korkunç olan da bu aslında. Kendisini sürgüne gönderen İttihat ve Terakki’nin liderlerinden Cemal Paşa onun edebi gücünden bahsediyor:
“Refik Halid Bey, siz bize çok fenalık ettiniz. Kaleminiz bizi çok hırpaladı ve haysiyetimizle çok oynadı. Binaenaleyh, aramızda hala bunu unutmamış, mühim, pek mühim bir zevat vardır. Onun için edebiyattaki müstesna kudretinizin (…) takdikarı olmakla beraber size kat’i bir vadide bulunamam. Şimdilik mezuniyetinizi temdit edeceğim: meydanlarda pek gezmeyiniz, yani göze çarpmamaya, batmamaya çalışınız”.
Bugünkü baskıcı rejimiyle o dönem arasındaki fark bu işte; Her şeye rağmen edebiyatın kıymetini içselleştirerek bilebilmek. Tabii sorun sadece siyasetçilerle sınırlı değil. Bu yozluk, ideolojik düşmanlıkla eleştiri yapanların sığlığıyla birleştiğinde ortaya fena bir tablo çıkıyor.
Biliyorum, çoğunuz bugün yaşadığımız boğucu iklimde ister istemez geleceğe pek ümitli bakamıyor. Ben iyileşme umudumu, zamanı eğip bükerek yazının kutsallığını, kalıcılığını hatırlatan yazarlarda arıyorum. Nihayetinde şiddetli fırtınalardan sonra hayat kendi ritmiyle akan bir nehir misali özüne dönüyor. Tabiat, varlıklar ve insan usulca hakikatine kavuşuyor. Sonra taze bir bahar günü güneş huzmeleri ensenizde oynaşırken, bir parkta oturup vaktiyle hakkı yenmiş ama sonrasında ebediyete kavuşmuş bir ustanın kelimelerinde şifa buluyorsunuz:
“Denebilir ki bahar, yerden fışkıran elvan elvan, körpe ve gürbüz otlar ile insan geçmişe, konuşma yeteneğine sahip olmadıkları en eski, en ince ve en ilkel zamanlara döner; benliğimizde bir basitlik hasıl olur dünyanın, medeniyet ve ilerleme dediğimiz külfetlerinden uzaklaşmaya, dereler, tarlalar kenarında, çiçekli ağaçlar altında vaktimizi otlar gibi başımız yerde geçirmeye can atarız”.
- Refik Halit Karay – Memleket Yazıları / Toplu Eserler - İnkılap Yayınları