“Kadın Yok Savaşın Yüzünde” ilk anda kadının savaşta yeri yok gibi algılanabilen bir başlık. Bunun sebebi asırlar boyu sözlü ve yazılı tarihin ürettiği savaş hikayelerinin erkek odaklı olması kuşkusuz. Bu bilinçli aldanış, hem savaşın hem de erkek olmanın tabiatı, dili ve yüceltilen kahramanlığın eril ruhuyla ilgili. Savaşın her türlü vahşetini, acımasızlığını, yıkımını, zaferini erkeğe atfeden ve o korkunç alanlarda kadını yok sayan ve hikayeleri aktaran yine erkekler. Bakmayın siz savaşı estetize eden filmlerde, romanlarda kadına bağışlanan romantik “yan rollere”, onlar genellikle hikayelerin eksik yanlarını tamamlamak için kullanılan “figüranlar”.
Galeano, farklı coğrafyalardan, kültürlerden ve sınıflardan gelen kadınları anlattığı yazılarında engizisyona, senatoya, kiliseye, faşizme, sömürgecilere direnen kadın ruhunun resmini çizer. Her biri, konuşarak, bazen küçük bazen büyük eylemlerle kimi zaman da susarak tarihin akışını değiştirdiler. Meksikalı kadın kahramanlardan bahsettiği bölüme şu notu düşerek başlıyor; “Tarih Zapata ve Villa gibi devrimci liderlerin yanı sıra diğer erkekleri hatırlıyor. Sessizce yaşayan kadınlarsa unutulup gittiler”.
Kadınların hikayeleri var olabilmek için tarihin her dönemde çok katmanlı “arkeolojik kazılara” ihtiyaç duyuyor. Ezberlenmiş toplumsal rollerin, en güç koşullarda bile dayatılan cinsiyetçi kimliklerin baskısıyla silinmek istenen hafızayı yaşatmaya yönelik yazan az maalesef. Savaşın erkeksi mevzularına kadınların karışmasına engel olmak da bir tür “savaş geleneği” aslında. Galiano anlatıyordu; 1816’da İspanya’nın bağımsızlık savaşı sırasında gerillalara komuta eden Juana Azurduy’a erkeksi gayretinden ötürü yarbay rütbesi verilmiş. Savaş sırasında at üstünde çok mesafe kat ettikten ve kocasıyla altı çocuğundan beşini savaşta kaybettikten sonra Juana da ölmüş ve bir toplu mezara gömülmüş. İki asır sonra başında bir kadın bulunan Arjantin Hükümeti, onu kadınsı cesaretine duyduğu saygıya istinaden generallik rütbesine yükseltiyor. Bu örneği seçmenin sebebi, erkeklerin bir kadının “erkeksi cesaretini” hayranlıkla seyrederken bile bilinçli sessizliğe gömüldüğünü ve Svetlana Aleksiyeviç’in “edebi sözlü tarih” çalışmasının önemini, gelecekteki yerini hatırlatmak.
Aleksiyeviç, 2015’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken yaptığı konuşmayı, henüz onun kitaplarını okumadığım halde kendi edebiyat anlayışıma çok yakın bulduğum o çarpıcı konuşmayı yapmıştı: “İnsan hayatının, edebiyata kazandıramadığımız sözlü bir kısmı var. Henüz değer biçmediğimiz, bizi şaşırtmayan, kendine hayran bıraktırmayan bir yan bu. Beni ise büyüleyen ve kendine esir eden şey. İnsanın konuşmasını seviyorum. Tek başına bir insan sesini seviyorum…Yaşadığım ülkede, bize çocukluktan ölmeyi öğrettiler. Ölümü öğrettiler. Bize, insan kendini feda etmek, yanmak, kurban etmek için vardır dediler. Silahlı insanı sevmeyi öğrettiler. Başka bir ülkede olsaydım bu yoldan geçemezdim”.
Aleksiyeviç, Nobel’e uzanan 40 yıllık yolda, insandan insana, sesten sese, hikayeden hikayeye sıçrayarak, çoğu kez insandan ürkerek, hayret, merak ve tiksinti duyarak, ürkerek, sevinçten ağlayarak, sarsılarak, dinlediklerini kendi diline tercüme edip yazarak, insanlığın ortak hafızasına kazımış.
Ben kendi adıma bu yaklaşımın isabetli ve önemli olduğunu düşünüyorum. 21.yy’dan sonra edebiyat algısının bu çerçevede şekilleneceğini düşünüyorum çünkü. O konuşmada, “Ben beş kitap yazdım ama bana hepsi tek bir kitapmış gibi geliyor, bir ütopyanın tarihi hakkında…” demesi boşuna değil. O gündelik hisleri, fikirleri, kelimeleri, sözleri topluyor. Söylediği gibi, onu Büyük Tarih’in kibirle görmezden geldiği kısmı ilgilendiriyor. İlgi alanı bu; ıskalanmış tarih. Ona yaptığının “belgeleme” olduğunu söyleyenlere cevap veriyordu:
“Bugün edebiyat ne demek? Kim bu soruya cevap verecek? Eskisinden daha hızlı yaşıyoruz. İçerik, biçimi yırtıp geçiyor. Onu bozuyor ve değiştiriyor. Her şey sınırlarından taşıyor – müzik de, resim de, metindeki kelimeler bile metnin çerçevesinden fırlıyor. Gerçekle kurgu arasında bir hudut yok, biri diğerine akıyor. Şahit olanların da hisleri var. Anlatan insan, yaratmış oluyor, heykeltıraşın mermerle mücadele ettiği gibi zamanla mücadele ediyor. Anlatan insan hem oyuncu, hem yaratıcı”.
Bunları söylerken niyeti, bugünkü kurgusal metinleri küçümsemek, geleneksel edebiyatı reddetmek değil elbette. Daha ziyade kendi hakikatine ve sorularına dair “edebi” bir arayışı var. Kaldı ki kurgulandığı iddia edilen hikayelerin, romanların ne kadarının gerçeklerden ve yaşanmışlıktan süzülmüş olduğu da her dönem farklı biçimlerde tartışılmıştır. Malum, anlatmak da bir tür hikaye etme biçimidir ancak bütün hikayelerin anlatı olmasına karşı, bütün anlatılar hikaye değildir. Aleksiyeviç, hikayenin bir tanım olarak ne olduğundan ziyade, ortak ve içtenlikli bir çabayla saklı kalan “hayat hikayelerinin” yeniden yazılmasıyla ve yeni bir edebi forma dönüşmesiyle lgileniyor.
Olaylar bir biçimde yaşanır ve insanlar onu başka türlü anlatır. Yaşarken pek düşünmeyiz ama anlatırken, yazarken unuttuğumuz, fark etmediğimiz, önemsiz gibi görünen ayrıntıları sonradan hatırlarız. Bu da bir tür benlik inşası ve kendi hakikatimize dokunma çabasıdır. Hikayeleştirme içgüdüsü hepimizde var aksi takdirde bastırılmış acıya, hayatın o katı gerçekliğine dayanamazdık. Aleksiyeviç’in yaptığı 20.yy’ın en kanlı savaşını yaşayan ve bu uğurda yirmi milyon insanını kaybeden SSCB’nin, cephede çarpışan kadınların “kahramanlık” hikayelerini aktarmak değil. Yazdığı kitaplar, kurgulamış metinler olmamasına rağmen, hikayeler aracılığıyla geçmişi, şimdiyi ve geleceği dönüştürebilme ihtimalini ve bunun kıymetini insanlığa gösterebildiği için Nobel Edebiyat ödülüne layık görüldü.
Yine aynı konuşmada savaş kitabı yazma sebebinden de bahsediyordu: “Bu, benim bildiğim bir savaştı. Kadın savaşı. Kahramanlar hakkında bir savaş değil. Kahraman bir halkın, başka bir halkı nasıl öldürdüğü hakkında değil. Bir kadının ağıdını hatırlıyorum: ‘Çatışma bittikten sonra meydanda yürüyorsun. Ve hepsi orada yatıyor…Hepsi de genç ve o kadar güzel ki…Yerde yatıyorlar ve gökyüzüne bakıyorlar. Onlara da yazık, öbürlerine de’. İşte bu, ‘onlara da, öbürlerine de’ bana kitabımın neyle ilgili olacağına dair bir ipucu verdi. Bu kitap savaşın, cinayet demek olduğunu gösterecekti. Kadınların hafızasında savaş böyle kalmıştı. Daha demin, birisi gülümsüyordu, sigara içiyordu – ve o insan artık yok. Her şeyden çok, kadınlar yok oluştan bahsediyordu, savaşta her şeyin hiçliğe ne kadar çabuk dönüştüğünden”.
Aleksiyeviç’in öğretmeni A. Adamoviç, 20.yy’ın kabusları hakkında kurgu yazmanın günahkarlık olduğunu düşünüyormuş. Ona tamamen katılmasa da “edebiyat üstü” olmanın zorunluluğundan bahsediyordu. O aradığı “yeni edebi türü’ gündelik hayatın seslerinden oluşan romanları okurken sezgileriyle keşfetmiş. Onun bir yazar olarak tutkusu küçük, sıradan insanın tarihini kelimelerle resmetmek. Silahların, generallerin, görkemli ölümlerin, soğuk anlaşmaların erkeksi dünyasında, “kadın savaşının” kendine has bir rengi, lezzeti, kokusu, ışığı ve duygu evrenine sahip olduğuna inandığı için bu kitabı yazdığını hikayeleri aktarış biçiminden rahatlıkla anlayabilirsiniz. Eğer bir yazar size kadınlarla birlikte toprağın, kuşların, bulutların, ağaçların da acı çektiğini, bazen de acıların kelimesiz olduğunu söylüyorsa edebiyatı o koyu sessizlikte aramak lazım. Ancak o uğultulu suskunluğa sokularak, kadının savaşa dair kendi sözcüklerine, duygularına neden sahip çıkmadığını anlamaya çalışarak onu hissedebiliriz belki.
Aleksiyeviç’in başlangıçta, hatırlamanın yaratıcılığa ihtiyaç duyduğunu, acının her türlü sahteliği erittiğini, insanın savaştan büyük olduğunu yazmasının belirgin bir sebebi var. O kadınlarla konuşurken acının kendileri için sanat olduğunu, bu cesaretle yola çıktıklarını çok derinden hissetmiş.
Anlatıcı kadınlar birkaç farklı zamanı yaşıyor. Gençliklerini, kayıp yıllarını ve içinde bulundukları puslu anı. Tam o anda, hatırladıklarına yeni “gerçeklikler” ekleyerek, savaştan başka bir kimlikle dönen bütün insanlar gibi başka türlü bir yalnızlık aleminde dolaşıyorlar. Bugünün diliyle geçmişin duygularını ifade pek etmek kolay değil. Yazarın merakı kadınların kimsenin ilgilenmediği “mahrem tarihini” edebiyata dönüştürmek. “Kahramanları gerçek insanlarmış” yorumundan da pek hoşlanmıyor. Savaşın değil, duyguların, ruhun tarihçisi olduğunu hatırlatıyor sıklıkla. Onu bir yazar olarak diğerlerinden ayıran da bu. Duygulardan, korkulardan, arzulardan, hayal kırıklıklarından, zaaflardan, hafızadan kayıp gidecek olanlardan mabetler inşa etme tutkusu.
Bu hikayeler, savaşın en korkunç hallerini göstermesine rağmen okuyanı kucaklıyor. Anlatma dürtüsü güçlü bir yazarın, savaşan kadının hallerini, nesneler, ayrıntılar ve incelmiş duygularla göstermesi kitabı bildiğimiz bütün “savaş” kitaplarından farklı kılıyor. Söylediği gibi savaşın öncelikle bir cinayet, sonra ağır bir iş ama nihayetinde cephede bile şarkı söylenen, aşık olunan, sırt çantalarından etekler dikilen, ağlanan, korkulan, ıstırap çekilen sıradan hayatın bir parçası olduğunu kadınların incelikli sesleriyle daha iyi kavrıyorsunuz. İlk aşkın, ilk ölüm korkusunun, ilk büyük yenilgiyle yüzleşmenin, ilk acının kanıtı bu hikayeler.
Yüzlerce hikayeyi arka arkaya okurken kadınların anlatma heyecanında, zorlanmasında, utanıp susmalarında –onlarla yüz yüze konuşuyormuşum gibi – yaşadıkları ne kadar ağır olursa olsun hatıralarından vazgeçemediklerini de gördüm. Çoğu koşullar itibarıyla gönüllü olan kadınlar için savaş, geçmişte bıraktıkları ama hala özledikleri benliklerinin bir parçası olmuştu sanki. Acıyı dile getirirken seçtikleri kelimeler, benzetmeler, duygularının güçlü, sade sesi, mucizevi sevinç anları, hemen hepsi Aleksiyeviç’in sinematografik bakışıyla buluşmuş. Yazar, hikayeleri aktarırken yazarların kapıldığı o kibirli şehvet duygusuna yenilip eklemeler yapmış mıdır; sanmıyorum. Muradı o tür bir edebiyat değil çünkü. Üstelik hikayeler “Siz savaşın zaferini değil, iç çamaşırını gösteriyorsunuz” diyenleri haklı çıkaracak kadar, acı, sert ve hakiki. Kitabı yazıp bitirdikten sonra ikinci kez gözden geçirdiği yıllarda (2002-2004) aldığı notların sonunda kendince bir savaş verdiğini söylüyor yazar. O bölümü şöyle bitirmiş: “ ‘Göğüs göğse savaşırken öldürdüğün insanların gözünün içine bakarsın. Bomba atmaya ya da siperden ateş etmeye benzemez’ diye anlatmışlardı bana. Bir insanın ölmeye ve öldürülmeye dair hikayesini dinlerken de geçerli bu. Gözlerinin içine bakarsın”.
Yazıyı bitirirken kitabın ruhunu yansıtabilecek hikayelerden birini aktarmak istedim. Sayfaları çevirip durdum ve bir türlü karar veremedim. Hikayeler, genellikle yolun sonuna gelmiş bu kadınların hayatlarında ve hayallerinde eksik kalanları kederli, ironik, bazen aldırmaz, pişmanlığa yer açmayan sert tonlarla kendiliğinden yüzeye çıkarıyor. Sesler yankılanıyor içimde. Kadınlardan birisi, “Savaşta en narin şeyleri hatırlamak sakıncalıdır” diyor.
Diğer biri yürürken yanıma sokuluyor; “Bir keskin nişancı ömründe kaç kez hata yapar, kaç kez yapar” diye haykırıyor. Sonra rüyamda genç bir kız görüyorum. Kendini bir hendeğe atmış. Üzerindeki kaput yeni. O yüzden çamura değil de erimemiş karın üzerine yatıyor. Askerler ona bakıp “kadın işte” diye gülüyorlar. O mayın tarayan takımın komutanı. Devamlı toprağı eşeliyor. Karnının üzerinde sürünerek tel örgülere yaklaşıyor. Mutfak masasının üzerindeki çömlekte bomba olduğunu söylediğinde subaylar onunla dalga geçiyor. “Kadın değil misin çömleğin içinde bile mayın görürsün” diyorlar. . Ona gitme, daha fazla yaklaşma demek istiyorum. Sesim donmuş. Kimse beni duymuyor. Ocağın altında kağıda sarılı patlayıcılar buluyor ve salonu boşaltıyor. O at üzerinde erkeksi saçları ve tavırlarıyla köyleri dolaşırken kadın olduğunu sadece kadınlar hissediyor.
Bir hemşire ateşin başında tanık olduğu bir hikayeyi anlatıyor; “Şehirde deli bir kadın dolaşıyordu…Ne yıkanır, ne saç baş tarar. Beş çocuğunu öldürmüşler hepsini. Farklı şekillerde üstelik. Birinin kafasına sıkmışlar, diğerinin kulağına. Sokakta insanlara yanaşır..Herhangi birine…Sana çocuklarımın nasıl öldüğünü anlatayım. Hangisinden başlasam. ..Herkes kaçıyordu kadından. Aklını yitirmişti, o yüzden anlatabiliyordu”.
Kitabı okuyup bitirdikten sonra günlerce böyle sesler duydum, ruhu, bedeni paramparça olmuş kadınların haritalı yüzlerine baktım uzun uzun. Sıhhiyeciler, piyadeler, keskin nişancılar, çamaşırcılar, cerrahlar, aşçılar, pilotlar, keşif erleri, partizanlar. Beni yaralayan savaşın çıplak, bilenen vahşetinden ziyade onların hayata tutunma ve hikayelerini yıllar boyu sakladıktan sonra anlatma biçimleriydi sanırım. O cümle beni sarsmıştı. “Aklını yitirmişti o yüzden anlatabiliyordu”.
Bu kadınlar akıllarını yitirmemişlerdi ama savaşın açtığı o derin yarıkları, hikayelerini istedikleri biçimde canlandırarak doldurmuşlardı. Onların mucizesi de buydu. Hikayelerini dinleyip, insanlığa hediye edecek tılsımlı bir yazarla karşılaşmak;
“Hatırlıyorum da sargı bezi yetmezdi…Öyle korkunç kurşun yaraları olurdu ki koca paket bez gerekirdi sarmaya. İç çamaşırı adına neyim varsa yırtıp kullanmıştım, çocuklardan da isterdim: ‘Çıkarın iç donlarınızı, insanlar ölüyor’. Çıkarır yırtarlardı. Utanmazdım onlardan, kardeşim gibiydiler, ben de içlerinde bir oğlan çocuğu. Üç kişi el ele tutuşup yürürdük, ortadaki bir iki saat kestirirdi. Sonra yer değiştirirdik. Berlin’e vardım. Reichstag’ın duvarına imzamı attım: ‘Ben Sofya Kuntseviç, buraya savaşı yok etmeye geldim.’Bir toplu mezar gördüğümde önünde diz çökerdim. Her toplu mezarın önünde…Mutlaka diz çökerdim”. Sofya Adomovna Kuntseviç, başçavuş, nişancı bölüğü, sıhhiyecis
Not: Kafka Yayınları geçen yıl Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Svetlana Aleksiyeviç’in yazdığı beşlemenin ilk iki cildini yayımladı. Birincisi “İkinci El Zaman” içeriği itibarıyla ayrıca değerlendirilmeli. Başka bir yazıya kaldı.