Eski çağlardan beri insanın hayatını kültürel olarak zenginleştiren, modern hayatla beraber unutulan ‘sükunet’ yaşlanmayla birlikte daha mı kolay anlaşılır. Ya da azalan arzular, seçenekler, hormonlar, artan tecrübeyle birlikte sükuneti doğal olarak mı davet eder? Felsefeci, yazar Wilhelm Schmid, yaş almaktan ziyade insanın hakikat olarak gördükleriyle ve onları kabullenmenin ardındaki sırla sohbet ediyor.
Onu her gece aynı pozisyonda, hep aynı koltukta karşısındaki mavi ışıklı kutuya dalgın bakarken görüyorum. Onları ayırabilecek hiçbir kuvvet yokmuş gibi birbirlerinin hayaline sarılmış öyle sessizce oturuyorlar. Koyu lacivert sabahlığı, ensesine gevşekçe tutuşturdu dağınık, beyaz topuzu, hayat belirtisi göstermekten ürken ifadesiz yüzü, sınırlı bir hayatı ‘sonsuzluk’ hissiyle esnetiyormuş duygusu veren kıpırtısızlığıyla beni biraz hüzünlendiriyor. Ama ümit veren bir ışığı da var karşı pencerede boyaları eprimiş bir tablo gibi asılı duran bu görüntünün. İtalyan yazar Svevo’nun yaşlılık tecrübelerini aktardığı ‘Boş Zamanlarım’da andığı doktorun benzetmesini hatırlıyorum onu seyrederken; “İhtiyarın vücudu hangi yana devrileceğini bilmediğinden ayakta durur” diyordu. Geleceği, loş bir odanın perdelerinden sızan kızıl gölgelerde hayal etmek bazen iç burkucu olabiliyor ama hakikate dokunun merhametli bir yanı da var. Yaşlı komşumun mağrur duruşu, biraz sıkıntılı görünmekle beraber modern insanın kaybettiği ‘sakin olma’ hissini, onun etrafında çiçeklenen ‘sükunet’ iklimini de düşündürüyor. Ve bugünlerde başucumda duran kitabı.
Daha önce ‘aşk’ ve ‘mutsuz olmak’ hakkındaki denemelerini de ilgiyle okuduğum Wilhelm Schmid, ‘Sakin Olmak’da doğal akışına bırakamadığımız yaşlanma sürecinde, hayat ileriye doğru yavaşlayarak akarken ihtiyaç duyduğumuz sakinliği kazanmayı bir erdem olarak da sorguluyor. Felsefeci Schmid, her ne kadar “olaylara itidalle bakmak yaşlanmanın en büyük imtiyazlarındandır” diyorsa da atmış yaşına geldiğinde sakin kalamadığını da itiraf etmiş. Ama “insan hissettiği yaştadır” türünden fiyakalı cümlelere cevabı net; “insan genellikle hissettiğinden daha yaşlıdır” diyor. Bu denemelerde, yaş almaktan ziyade insanın hakikat olarak gördükleriyle ve onları kabullenmenin ardındaki sırla sohbet ediyor. Yaşlanma sürecinin zıddına bir hayat kurmaya çabalamak yerine hayatın kendisiyle birlikte bir ‘yaşama sanatı’ keşfetmek kendi bireysel ve toplumsal anlamını da yaratıyor.
Schmid isabetli bir tercihle tabiattan örnek vermiş. “Doğa yaşamın geçip gitmesine ve yeni bir yaşamın doğmasına mani olmayarak kendisi ebediyen genç kalır…Yani iyi kötü serpilebilen bitkiler gibi, kendisi için ve başkaları için çiçek açmaya devam etmek, ayrıca solmaya da razı olmak…Hayatın kemale ermiş dolgunluğunu tecrübe etmek ve onun zamansal sınırını sükunetle kabullenmek”. Peki çok eski çağlardan beri insanın hayatın kültürel olarak zenginleştiren, modern hayatla beraber unutulan bu kavram sahiden yaşlanmayla birlikte daha mı kolay anlaşılır. Ya da azalan arzular, seçenekler, hormonlar, artan tecrübeyle birlikte sükuneti doğal olarak davet eder mi?
Sanmıyorum; onun daha ilk denemesinde hatırlattığı gibi, kutuplaşan duygular doğal çelişkileriyle esas yüzünü gösterir. Korku ve umut, mutluluk ve acı benzeri medcezirli haller, ‘hayat ve ölümün’ arasında salınmanın da provasıdır bana göre. Orada devreye giren ürkütücü hesaplar bazen pişmanlıklarla birlikte (istesem yapabilirdim, hala vaktim var mı, artık değer mi vb) insanın sükunetini sinsice çalmak için kapıda bekler. Henüz hafıza gücünü yitirmeden, ilk karanlık çocukluk anılarından itibaren biriktirdiklerimizle yüzleşebilmek ve onlara rağmen sakin kalabilmek o kadar kolay değil tabii. Hafızamızın ve arzularımızın da bizden bağımsız kendi iradesi var çünkü.
Neyse ki en acı olayları en derine kaydedebilen hafıza aynı zamanda unutabilme ve hatırladıklarını yeniden kurgulayabilme yeteneğine de sahip. İnsana bahşedilen en büyük hediyelerden biri bu bence. Gençliğin küstah ve şuursuz tavrı, yaşlılığın tecrübesiyle yer değiştirdiğinde insanın yüreğini sıkıştıran o kesif bezginlik hissi öyle kolayına geçmiyor elbet. Schmid’in ‘hala’ diye adlandırdığı, genellikle olumsuz anılan bu dönemde hayatın sadeliğine ve tercihleri bilinçli hale getiren olgunluğuna şükretmek gerekiyor belki de. Hala birilerini mutlu edebilme, arzusu mesela. Yaşlanırken çocuklukta yaşadıklarımıza benzer bir tür muhtaçlık, ‘çaresizlik’ hissiyle tekrar karşılaşmamızın kıymetli bir anlamı olmalı, diye düşünürüm ben. ‘Kundaktan kundağa’ uzanan geniş çemberin ucunda yaşadıklarımızı kainatın önemli bir parçası kılan sebepler vardır mutlaka.
Biliyorum bu satırları okuyanlar, henüz o ‘hala’ aşamasına gelmeden nasıl bu kadar rahat yazabildiğimi sorgulayacak. Onlara kısaca ve kibarca şunu söyleyebilirim; Yazı henüz yaşamadan yaşamayı hatta’ yaşlanmayı’ da mümkün kılar ve hayatı böyle hissetmek ve ifade etmek alışkanlık olur bazen. Ama unutmayın insan kuytusunda kıymetli bir mücevher gibi sakladığı kederine, acı çekmeye, tembelliğe ve kendisine zarar veren daha pek çok tuhaf duruma alışabiliyor. Schmid, yaşlılıkta ‘alışkanlıkların’ o kadar kötü olmadığını da hatırlatıyor. “Yaşama sanatı alışkanlıkların bilinçli iradesidir” diyor. Ona hak veriyorum, değiştirmenin güç olduğu koşullarda direnmek yerine tanıdık ağaçların köklerine tutunmak ‘köksüzlüğe’ meyleden zor süreçte şifa da olabilir.
Hazların zevkine daha çok varmak kısmı yeterince berrak değil mi? Hayat yokuş aşağı daha hızlı akmaya başladığında bazı anların tekrarlanamaz olacağı bilinci ruhu karartmak yerine aydınlatır. Ilık bir yaz akşamı baygın bir ıhlamur ağacının altında sükunetle oturmak sadece ‘şimdiyi’ esneten o anı değil geçmişi hatırlamayı da muhtemel ıstırabına rağmen zevkli hale getirebilir. Seneca’nın söylediği gibi “Hiçbir hazzı özlememek alır hazların yerini”. Tamam itiraf ediyorum, böyle münzevi bir halin tadını çıkarabilmek yazmak kadar kolay değil. Yine de hatıra ve özlem kırıntılarıyla genişleyen anın içine ateş karşısında gevşeyen tembel bir kedi misali uzanmak hazzın ömrünü de uzatır. Her an haz peşinde koşup hızla yorulmaktan iyidir.
Merak etmeyin, bu yazının muradı yaşlanmadan ‘yaşlılık’ güzellemesi yapmak değil. Schmid’in modern ölümcül günahkar diye tanımladığı ‘depresyonun’ ve onunla karıştırılan ama daha ziyade yaşlılıkta insanı melankoliye sürükleyen yalnızlığın, içsesini dinlemenin, hayata rikkatle temas etmenin, tefekkürün, ölümle ‘dostane’ bir ilişki kurmanın o kadar da fena olmadığı ihtimalini paylaşma çabası. Biliyorum, her hayat hikayesi kendi inancı, dinamikleri ve tecrübeleriyle şekillenir. Ama eğer her şeyin geçip gitmesinin önüne geçilemiyorsa, yaşlanmak adı verilen bu tabii döngüyü tevekkülle karşılamak doğum sancısını andıran ölüm acısını, dünya ağrısını biraz olsun hafifletmez mi?
Yazarın dediği gibi yaşlılıkta bile hayatı ‘kuşbakışıyla’ görebilmek mümkün değil ama bazı hatlar giderek belirginleşiyor, hayatın karmaşık yumağı usulca çözülüyor. Bu kadarını durduğum yerden anlıyorum. Belli bir yaştan sonra - mutlaka yaşlılık olması gerekmiyor- bir tür hesaplaşma başlıyor, bu da kaçınılmaz. Varlığın sorgulanması, bu hayatı nasıl yaşadığımıza dair sorular her koşulda eksik kalacağı gerçeğini yok etmez ama geride bırakacaklarımızı tasavvur edebilmek açısından iyi olabilir. Schmid’in hatırlattığı gibi kurcalamayı neşeli bir tefekküre dönüştürebilmek mümkün. Eğer bunu içtenlikle becerebilirsek hayatı kendi sorularımız ve itiraflarımızla anlamlandırdığımız o keskin yüzleşme sürecinde daha sakin olabiliriz belki.
Ancak dediği gibi sükunetin de nefes alması gerekir. Sakin olmaya verilen molalarda gençler gibi hırçınlaşmak da kaçınılmaz çelişkilerden biridir. O ‘sükunet mesafesini’ yaşlılığa direnmeden kırıp çocuklaşmak, sonra yine o dingin alana çekilip dünyayı dışarıdan seyrederek huzur bulmak sahiden bir tür ‘ustalık’ gerektiriyor galiba.
Sizi bilmem ama ben herhangi bir dönemi tekrar yaşamak isteyenlerden değilim. Bütün sıkıntılarına rağmen ‘anın ve hayat çizgisinin’ biricikliğine inanırım. Hüznü heybesinde taşıyan neşeli çoban misali bütün duyguların zıddıyla bir arada yaşanması gerektiğini düşünürüm. Hayatın hassas terazisinde eksik kalanların kıymetini ancak böyle kavrayabiliyorum çünkü.
Ve hayat korkulan ve anlamsızlaştırılan ‘ölümle’ anlam kazanıyor yeniden. Yaşamın sınırlılığı, başkalarının hatıralarında, ruhunda, bedeninde yenilenip ebedileşme ihtimaline rağmen bizi ‘daha iyisini’ bekleme saçmalığından kurtarıyor. Malum, ölüme hazırlanmak üzerine çok kesin sözler söylenebilecek bir mesele değildir. Ama eğer seçme şansım olsaydı son gün gelip çattığında Schmid gibi sıradan, sevdiğim bir gün gibi yaşayabilmeyi isterdim. Yağmur sonrasının rayihasıyla tüten bir avuç toprak, limon kokulu yaprakları ürperten serin bir rüzgar, sevdiğim bir şiirin eksik hatırladığım mısraları, taze bir bahar kokusu ve yaraları iyileştiren ‘insan olma’ mucizesine derin şükranla…
*Sakin Olmak – Wilhelm Schmid / İletişim Yayınları – Çev. Tanıl Bora