Christian Bobin, felsefenin, şiirin, hikayenin bahçelerinde avare dolaşmayı seviyor. Ben onu kelimelerinin buğusundan sevmiştim. ‘Yerlerde Bir Aziz’i okuduğumda Bobin’in bendeki karşılığını daha iyi kavradım. 13.yy’da her şeyi geride bırakıp Tanrı’nın sesinin peşinden giden Assisili Françesko’nun hikayesi, iyi bildiğimizi sandığımız insanlık hallerini dilin hakikatiyle soyarak, şiirinin eskimeyen diriliğiyle yine muhteşem anlatıyor.
Kelimelerin de insanlar gibi hakikatin özüne yaklaşarak hayatta kalan döngüsel bir içgüdüye sahip olduğuna inanırım ben. Göçmen kuşlar misali döner gelirler. Nereye nasıl dokunacağını bilemediğiniz kelimeler bazı yazarların zihninde buluşup size doğru kanatlandığında hülyalı rüzgarlarından tanırsınız onları. Zamanın daha yavaş geçmesini sağlamak için, sevmeyi, mutluluğu, hakiki sözleri öldürmek isteyenlerin tersine kelimelerini itinayla seçer onlar. Bir virgülün, noktalama işaretinin yanlış yere konmasının büyük felaketlere açacağını düşünür gibi yazmaları bundandır belki. Doğal bir sükunetle, kötülükle boğulmuş bir yaşamın suçluluk duygusundan uzak, asude bir hayata açılan berrak düşünceleri sizi kuşattığında, yaşam sevinci de kesif bir kederle geliyor. Ve ben bu çelişkiyi seviyorum.
Birkaç yıl evvel tesadüfen böyle bir yazarla karşılaşmıştım. Hiçbir nedeni yokken karşıma çıkıp kelimeleriyle beni sarsmıştı. O günlerde şöyle yazmışım: “Christian Bobin’i tanımıyordum. Meğer o da beni bekliyormuş. Fransız yazar ve şair. Felsefenin, şiirin, hikayenin bahçelerinde avare dolaşmayı seviyor. Emily Dickinson’un romansı biyografisini de yazmış. Ödülleri varmış. Eserlerinin adı büyük bir yapboz oyununun parçaları gibiymiş. Ben onu kelimelerinin buğusundan sevdim. Dili kurcalarken bahşettiği samimiyet ‘maviliğime’ dokundu. Daha ilk hikayemsi denemesi ‘Eksik Parça’da kışkırtıyordu: Yalnız bir kadın. Lyon Part-Dieu garının bir salonunda. Tüm bu insanların arasında sanki bir odada inzivada. Dünyanın orta yerinde yalnız Fra Angelico resimlerindeki bakire gibi bir ışık küresinin içinde korunmuş. Bahçelerin parlaklığından gözleri kamaşmış. Yalnızlar mıknatıs gibi çeker bakışları. Onları görmemek olanaksızdır. Baştan çıkarıcıdırlar…”.
Bazı yazarlar da mıknatıs gibi çeker okurunu. ‘Yerlerde Bir Aziz’in Türkçede yayınlanacağını duyduğum gün bu türden bir heyecan ve ‘tamamlanma’ duygusuyla sevindim. Okuduğumda Bobin’in bendeki karşılığını bu defa daha iyi kavradım. 13.yy’da her şeyi geride bırakıp Tanrı’nın sesinin peşinden giden Assisili Françesko’nun hikayesi, iyi bildiğimizi sandığımız insanlık hallerini, şiirinin eskimeyen diriliği ve sessiz birikimiyle yine muhteşem anlatıyor. Daha önce “Yazının henüz koyulaşmamış saflığında, şiirle hayatın öpüştüğü, yoğun düşüncelerin buharlaşarak mananın içinde eridiği bir yer var” demişim onu anlatırken. Bu kitapla o yerin derinliğini daha net gördüm sanırım. O Tanrı’dan, kadından, çocuktan, tabiattan, hayvandan, delilerden, azizlerden, rahiplerden ve tüccarlardan bahsederken zamanı esnetebiliyor. Ortaçağa hapsolmuş düşünce kırıntılarının, ipeksi kanatlarıyla genişleyen bir anın, kayboluşun izini sürerken ‘hayat ve hikaye’ kendi çemberinin üzerine kapandığında, okur yüzyıllar içinde olanca hafifliğiyle sıçrayıp bugünden geçmişe bakabiliyor.
Kitap, İncil’den bir cümleyle açılıyor. “Çocuk melekle gitti ve köpek onları takip etti”. Bobin’in daha başlangıçta İncil için “Anlamı içinde kaybolmuş bir kitap, süpermarket otoparklarında, kadınların saçları arasında, çocukların gözlerinde yolunu kaybeden bir rüzgar gibi, sayfaları içinde kaybolmuş bir kitap: Kısa bir süre sonra uçup gidecek, kumdan cümleleri ellerinizin arasından savrulacaktır” demesi boşuna değil. O bildiğimiz bütün tanımlamaları, kelimeleri, kavramları, eldiveni tersine çevirir gibi soyunca dilin hakikatini büsbütün görünür kılıyor.
Asiisili Françesko’nun hayatının farklı dönemlerini doğumundan itibaren anlatırken hayatı, çocukluğu, ergenliği, inancı, uzaklaşmayı, anne olmayı, babalığı, yoksulluğu, ‘aşk’a ulaşan yolculuğu, ‘yerlerde bir aziz’ olabilmenin kutsallığını ve haliyle İncil’i başka türlü okumanın, idrak etmenin mümkün olduğunu hatırlatıyor. Hikayenin içindeki tespitleri alıntılandığında ‘aforizma’ biçiminde sıralanmış şiirsel cümleler olarak algılanmasın; ‘Yerlerde Bir Aziz’, muradı, inancı, ciddiyeti itibarıyla altı çizilmiş cümlelerden ibaret bir kitap olmanın ötesinde tutarlı bir bütünselliğe sahip.
13. yy’da ‘insan-tanrı’ ilişkisinin gölgeli kısımlarını aktarıyor yazar: “…Aslında yanıt İncil’in içinde olduğu kadar onu bulmak için okuyanın da kalbindeydi. Ve o okuma eylemi her günün bir parçası haline gelirse ancak anlaşılabilirdi” dediğinde, dikkatli bir okur onun sadece kutsal kitaptan ve geçmişten bahsetmediğini anlayacaktır kuşkusuz. Nitekim birkaç sayfa sonra doğmak için sadece bedene sahip olmanın yeterli olmadığını, söze de sahip olmanın gerekli olduğunu ve bunu anlamak için İncil’e ihtiyaç duyulmadığını hatırlattığında okuru da özgürleştiriyor bir anlamda. O vakit kime söylenirse söylensin “daha sen doğmadan önce, zamanın sonundan çok sonra, seni tüm sonsuzluklarda seviyorum” cümlesi hakiki anlamına kavuşuyor. Hakkında pek çok film yapılan, kitap yazılan Aziz Françesko’nun hikayesi bu yaklaşımın gücüyle büyüyor.
1200’lü yıllarda pek çok insanı, din adamını, tüccar ailesini reddedişiyle, yerleşik din kurumlarına, yasalara isyanıyla, yoksulluğa dokunuşundaki benzersiz merhametiyle etkileyen bir azizi, felsefenin ve şiirin inceliğiyle buluşturarak anlatabilmek öyle kolay bir iş değil. Kitap bittiğinde bu kadar zarif ve akılcı bir kitabı ancak Bobin edebiyat tarihine hediye edebilirdi, diye düşündüm doğrusu. Kalıcı olmaya aday metinler, kitaplar, yazarlar, sanatçılar tam da böyle hissettirmez mi zaten. ‘O kitabı’ ondan başka hiç kimsenin yazamayacağını düşünürsünüz.
Onun bir azizin doğumunu anlatma biçimi, ‘annelerin dünyayı ve erkekleri elinde tutan sonsuzluğunu’ kapsıyorsa, artık o hepimizin hikayesi olmuş demektir. Anneleri yöneten Tanrı’nın din tacirlerine ihtiyacı olmadığını da anlıyorsunuz demektir. Çünkü ona göre “Azizlik yoktur, azizler vardır. Azizlik sevinçtir. Her şeyin temelidir. Annelik her şeyin temeline destek olan şeydir. Annelik üstesinden gelinmiş yorgunluktur, yokluğunda hiçbir sevincin meydana gelemeyeceği düşkünlüktür”.
Peki bu tuhaf yazar-şairin derdi ne sahiden? Azizliğin, çocukluğu, aşkı, inancı, özgürce yaşamayı, istediğini dile getirmeyi, ‘çıplaklığı’, tabiata ve hayvana yaklaşarak şarkı söyleme saflığını bozmadığını, edebiyatın yüksek hazzıyla yazmak mı? Azizliğin olgunlaşmanın, hayatın kurallarını tersine çevirdiğini anlatmak mı? Belki ama sadece bu değil. “Çocukluk gelip geçici bir hastalıktır. Onun üzerine eğiliyorsak, insanlığın zayıflığının onur kırıcılığına tanıklık etmek içindir” cümlesi mesela, insanın hiç değişmeyen özünü göstermek için bir çentik daha atma isteğinden fazla sanki. Bütün yazarlarda olduğu gibi Bobin’in de kelamın gücüyle kendini kutsama, sonsuz kılma arzusu vardır mutlaka yoksa neden yazsın ki? Ancak yazarları birbirinden ayıran ses, tam da onun Aziz Françeska’nın hayatına eşlik ederken ‘terennüm ediş” üslubunda beliriyor. O size yaşamı bazen kesinlik içeren cümlelerle resmederken, sonsuz bir hayatın bugündeki uzantısını da gösterecek kadar ‘hafif’ ve kaygısız olabiliyor. Böylece dediği gibi, ‘gerçekte yaşadığımız yerin’, günlerimizi geçirdiğimiz yer değil de neyi umut ettiğimizi bilmeden umut ettiğimiz, bize şarkıyı söyletenin ne olduğunu bilmeden şarkı söylediğimiz yer olduğu’ gerçeğiyle ansızın karşılaşabiliyoruz.
Onun bizi korkutan ‘şeyleri’, acımasızlığa yaslanarak hatırlatmasını da seviyorum galiba. Bobin azizlik yolunda uyurgezer gibi ilerleyen bir adamın portresini çizerken, hayatını sevmeden yaşayan herkese sesleniyor aslında: “Eğer bu hayatı terk ederseniz artık hiçbir şey bilmeyeceğiniz bir zaman dilimine gireceksiniz. Ve sizi kokutan da bu hiçliktir. Sizin tereddüt etmenize, boş yere çabalamanıza, teklemenize ve en sonunda da eski yollara geri dönmenize neden olan bu hiçliktir”. Ancak böyle bir ‘hiçliğin’ derinliğini kavradığımızda, binlerce yıl evvel bir azizin hakikati yüksekte değil alçakta, varlıkta değil yoklukta buluşunu yürekten hissedebiliriz.
‘Kırlangıçlarla konuşan, kurtlarla gezen, taşlarla toplantı yapan, ağaçlarla konferanslar düzenleyen’ ve böylece onlara Tanrı’yı sevmenin farklı biçimlerini anlatarak ölümlülükten kurtaran Françeska’nın ‘kutsal masalı’, bize “gerçeğin en büyük olduğu anın, onu söyleyenin en fazla alçaldığı an” olduğunu anlatabiliyorsa eğer, bu hikayenin hayatımızda sahiden bir karşılığı var demektir. İşte tam da bu nedenle Bobin gibi bir yazarı okumak zahmetlidir. Biraz özen ve tatlı bir yorgunluk gereklidir. “Erkekler kadınlardan korkar. Bu, hayatları kadar uzaktan gelen bir korkudur” cümlesinin gerisindeki uzun mesafeyi hayal etmek biraz zor gelse de insanın değişik algı kapılarını aralar. Sonra kadınlara olan korkularını ‘baştan çıkarmalarla, savaşlarla veya işle yendiklerini düşünen ama asla gerçekten üstesinden gelemeyen, kadınlara karşı sonsuz bir korku duyan erkekleri’ düşününce, kadınların ‘Tanrı’nın gülümsemesinin çok yakınındaki hayat’ olma mucizesini düşünürsünüz. Kendi korkusunun dışına çıkarak hafifleyen, bir kadın gibi hiçbir yer kaplamayan, ‘cinsiyet tarafından dikte edilmiş kadere inanmayan’ erkekleri başka türlü sevmeyi öğrenirsiniz belki.
Böylece kutsal kitap hikayeleri, azizlerin hayatı, insanlığın hiç değişmeyen halleri bir yazarın dilinde yeniden şekillenir. Geçmiş hiç olmamış, her şey asıl şimdi başlıyormuş gibi tazelenen müphem ve sevinçli bir his kıpırdar ansızın. ‘Aşkta’ ulaşılacak bir mükemmellik olmadığını, onunla birlikte yeniden keşfedersiniz. Tanrı’sıyla konuşan bir aziz gibi hep çocuk kalmak istersiniz. O’na inanmasınız da ‘‘Büyük Tanrı’nın çocuk şarkılarında, yoksulların kayıp soyunda ve sıradan insanların sesinden var olabildiğini’ onun bakışıyla görebilirsiniz. Yirminci yüzyılın göz kamaştırıcı yanılgısını, on üçüncü yüzyılda fiyatı olamayan Tanrı’yla açıklayan yazar, “O yalnızca milyarlarca kar tanesinin üzerine düşen tek bir kar tanesinin taşıdığı değere sahip” der ve siz dünyaya dil aracılığıyla dokunmanın kıymetini derinden kavrarsınız. Ve aniden bir gazete fotoğrafındaki yoksul bir çocuk grubunun az ötesinde duran meleği, puslu görüntünün içindeki köpeğin uyuz sevincini gösterir size. İşte o an, hikayenin en başına dönüp sekiz bin yaşında bir ‘azizle’ karşılaştığınızı anlarsınız.
Yazının gücüne, ‘kutsallığına’ inanan iyi yazarlar böyledir. Hikayelerini, kelimelerinin sihriyle zamanı durdurarak yaşatırlar. Gevezelik etmezler, bağırmazlar, sağır edecek karmaşık görüntülerle zihinleri meşgul etmezler. Sadece insanlığın ‘büyük hikayesini’ usulca kulağınıza fısıldarlar. Orası henüz sözün bile olmadığı çok eski bir yerdir ve her daim yenidir. Bunu, ‘hayalleri çocukluklarının en gizli yerlerinde saklı anneler’ gibi kalpten bilirler.
*Christian Bobin – Yerlerde Bir Aziz/Çev. Melek Gözde Meriç
Monokl Yayınları