İnsan, yokluğunu fark etmediklerini de özler. İçimizdeki boşluğun hacmini bilmeyiz. Derken bir gün, o boşluğu pekâlâ doldurabileceğini bize hissettiren bir “öteki” çıkar karşımıza; ezeli eksikliğimiz kendine bir şekil bulur. Hasretimizin müphem nesnesini keşfetmenin heyecanı, ona kavuşma arzusuyla birleşir o vakit; kavuşarak tamamlanmanın mümkün olduğunu sanırız. Aşkın ömrü imkânsızlığı kadardır ama biz her seferinde unuturuz bunu.
Oysa her kavuşmada biraz eksik kalmasak hayatın hüznüne katlanabilir miydik bilmiyorum. “Öteki”ne bitmek bilmeyen bir hasret duymasaydık eğer, yaşayıp gidebilir miydik böyle? “Tam” bir insan, tamamına ermiş bir insan bu ölümlü diyarda neden dolaşıp dursun?
Filozofa – ya da belki antifilozofa demeliyim— kendisiyle ilgili bir belgeselde soruyorlar: “Eğer bir filozofla mesela Heidegger’le, Kant’la ya da Hegel’le ilgili bir belgesel izleyecek olsaydınız, ne görmek isterdiniz?” Duruyor, bembeyaz bir yelenin çevrelediği ve o sırada yetmiş iki olan yaşını hiç göstermeyen sağlıklı, esmer, muzip yüzü düşüncenin sessizliğine gömülüyor bir an, sonra bütün ciddiyetiyle, “Onların seks hayatını görmek isterdim” diyor:
“Heidegger’in, Hegel’in seks hayatı nasıldı? Niye bu filozoflar, eserlerinde kendilerini aseksüel gösteriyorlar? Neden özel hayatlarını eserlerinden tamamen sildiler? Neden hiçbir zaman kişisel bir şeyden bahsetmediler? Oysa özel hayatlarında aşktan daha önemli bir şey yoktu değil mi? Hegel ya da Heidegger’le ilgili bir porno film yapmaktan bahsetmiyorum elbette. Aşkın hayatlarında oynadığı rolü onların ağzından işitmek istiyorum yalnızca…”
Ardından, kaçınılmaz soru geliyor haliyle: “Bunun bir belgeselde size de sorulmasını ister miydiniz peki?”
Sırlarını seven bir adam Jacques Derrida (1930-2004). Hayatını okurken bunu daha iyi anladım.
1956 Paris doğumlu romancı, senarist ve eleştirmen Benoît Peeters, altı yüz sayfalık Derrida adlı biyografisinde, pankreas kanserinden ölen filozofun çok renkli hayat hikâyesini kronolojik bir çizgide adım adım anlatırken, en yakınındaki yüz kişiyle söyleşip hayatı boyunca yazdığı her bir notu, bütün günlüklerini, bugüne kalan bütün mektuplarını okuyarak uzanıp dokunmak istemiş ona. Didiklemek, deşmek, avcunda tutmak değil, sadece dokunmak…
Zira Peeters, her şeyden ziyade Derrida’ya ve onun sırlarına saygıyla, bu saygının gerektirdiği mesafeyi koruyarak yazıyor. Sorbonne’da felsefe okumuş, ardından da Fransa’nın prestijli eğitim kurumu EHESS’te (Sosyal Bilimler Yüksek Etüdler Okulu) hem de Roland Barthes’ın himayesinde yüksek lisans yapmış olmasına rağmen, kendini özenle metnin dışında tutan bir yazar var karşımızda; Derrida’nın felsefi düşüncesi yerine o düşünceyi besleyen tecrübelerden söz etmeyi yeğliyor, yapıbozumculuğun yapıbozumuna girişmektense, meraklısının bunu yapmasını kolaylaştıracak bir hikâye anlatıyor bize. Kitabı bitirdiğinizde Derrida’nın kadınlarla ilişkisinde “Akdenizli bir maço,” oğullarına karşı “bir Yahudi anne kadar korumacı,” siyasi kavgalarda “hep biraz kenarda” ve felsefi meselelerde “azılı bir baba katili” olmasının nedenleri üzerine etraflıca düşünebiliyorsunuz.
Velhâsıl, Aristo’ya reva görülmüş o minnacık biyografiye benzemiyor bu kitap: “Doğdu, düşündü, öldü. Gerisi anekdottan ibaret!” İki bin dört yüz yıl sonra hâlâ tepemizden bakan Yunan devinin hayatını böyle özetlemişti Heidegger… Peeters ise, yirminci asrın en önemli düşünürlerinden biri –ve yeni bir teori yerine egemen zihniyeti alt üst eden bir yöntem öğrettiği için bence en etkilisi— olan Derrida’yı, bilhassa anekdotların içinde arıyor.
Bu anekdotlarda Derrida’nın bütün bir ömrü var: Cezayir’de “biraz siyahi ve çok Arap bir Yahudi” olarak geçirdiği ilk on dokuz senesi… Gençken şair olmak, roman yazmak istemesi ve belki de bunu yeterince iyi yapamayacağını kavradığından, edebiyatın içinden düşünen bir anti-filozof olmayı seçmesi… Paris’te Foucault ve Althusser’in öğrencisi olarak girdiği felsefe muhitinde kendini hep biraz depresif ve fazlasıyla “öteki” hissettiği dönem… Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nda da, Avrupa’daki sınıf mücadelesinde de, Soğuk Savaş kutuplaşmasında da “solcu bir entelektüel” olarak ondan beklenen tavırlara direnerek yalnızlaşması… Fransa’da hiçbir zaman fazla itibar görmemişken, Johns Hopkins ve Yale gibi seçkin Amerikan üniversitelerinde hoca olunca muazzam popülarite kazanması… Fikirlerini yarım yamalak anlayan öğrencilerin gözünde “nihilist bir guru,” yöntemini hiddetle reddeden analitik felsefe camiasında bir “şarlatan” ve nihayet onun önerdiği yeni okuma biçimini her alana uyarlamaya başlayan akademik çevrenin yardımıyla, zaman içinde edebiyata, etiğe, ilahiyata ve siyasetbilime derinlemesine nüfuz eden bir “düşünür” haline gelmesi…
Bu anekdotlarda olmayan şey ise Derrida’nın seks hayatı! Filozoflara aşklarını anlattırmayı düşleyen antifilozof, aynı soruyu kendisine yönelten belgeselciyi, “Buna cevap vereceğimi asla söylemedim. Benim metinlerimde özel hayatıma ilişkin çok şey var ama tabii, her şeyi bir kisve altında yazıyorum” diyerek susturuyor. Peeters ise o kisvenin altına bakmayı, ancak Derrida yaşasaydı izin vereceği ölçüde denemekle yetinmiş.
Kadınları baştan çıkarmanın en emin yolunun onları dinlemek olduğunu bilen erkekler vardır; Derrida onlardan biri. Sadece “Beni güzelliğiyle cezbeden kadınları dinleyebiliyorum” diyebilecek kadar da fütursuz. Gençken kısa dönem için gittiği Harvard’da tanışıp evlendiği psikanalist Marguerite Aucoutourier’yle beraberliğini, ölene dek --tam kırk yedi yıl-- sürdürmüş ve bu evlilikten iki oğlu var. Sayısı hiç de az olmayan sevgilileriyle ilişkisini âlemden saklamayı çoğunlukla başarmış. Buna rağmen, bu sevgililerden en çok iz bırakanı, La carte postale: De Socrate à Freud et au-delà (Kartpostal: Sokrates’ten Freud’a ve ötesine) adlı kitabında –tabii, “kisve altında”— anlatınca, oğlu Pierre’i nasıl “kaybettiğini” Peeters’in biyografisinden öğreniyoruz. İsimsiz bir sevgiliye hitaben yazılan satırlar o sırada on yedi yaşında olan Pierre’i o kadar rahatsız ediyor ki, babasının kitaplarını okumayı bırakıyor, evden ayrılıyor, soyadını değiştiriyor.
Bu gizli ilişkinin, Derrida’yı kâbuslara gömecek şekilde tüm Fransa’ya mal olması ise Sosyalist Başbakan Lionel Jospin’in Cumhurbaşkanı adaylığıyla gerçekleşiyor. Jospin’in karısı filozof Sylviane Agacinski, oğlu Daniel’in babasının 1972’den 1984’e dek birlikte olduğu Derrida olduğunu ve esasen çocuğu doğurmaya karar verdiği için ayrıldıklarını açıklıyor. Agacinski’nin, Jospin’in seçim yenilgisinin sorumluluğunu adeta Derrida’ya yükleyen öfkeli demeçlerini okurken dudaklarımı ısırdım ben. Derrida’nın, “Eğer sır saklama hakkımız korunmuyorsa, totaliter bir evrendeyiz demektir” sözü daha bir yerine oturdu. Kocasının Agacinski’yle ilişkisini başından itibaren bilen Marguerite’in bu bilgiyi çocuklarından saklama özeninde, Derrida’nın “demokrasinin ve aslında insanı boğmayan bütün düzenlerin biraz da sırlara saygı sayesinde ayakta kalabildiği” fikrinin izdüşümünü gördüm.
Derrida’nın karakteri, kitapta en çok meslektaşlarıyla ilişkisinin anlatıldığı bölümlerde billurlaşmış: Foucault’yla, Levi-Strauss’la ve Lacan’la felsefi kavgalarında sözünü hiç sakınmayan sert çıkışları; düşünürden ziyade “soytarı” saydığı Bernard-Henri Levy’yle bir keresinde yumruklaşması; öte yandan, Althusser 1980’de karısını boğarak öldürdüğünde, adalet ve psikolojik tedavi hakkı konusunda ona derhal destek vermesi; ve tabii, en yakın felsefi müttefiklerinden Paul de Man’ın ölümünden sonra ortaya çıkan “Yahudi düşmanı” geçmişini “anlayıp” onu savunmaya girişerek bir anda hedef tahtasına oturması, Derrida’nın akıntıya karşı kürek çekme cesaretinden daha fazlasını gösteriyor bence. Peeters, böyle bir yorum yapmamış ama ben onun yazdıklarından, Derrida’nın “sevilmemeyi” çoğu insandan çok daha kolay göze alabildiği sonucunu çıkardım ve doğrusu, onun birçok cüretkâr tercihini salt bu nedenle bile saygıdeğer buldum. Burada, “genel ahlâk”a rağmen savunulan özel bir “etik” var zira.
“Mevcudiyetin metafiziği” dediği zihniyetin temelindeki “iyi/kötü,” “saf/katışık,” “asli/tesadüfi,” “aydınlık/karanlık” gibi hiyerarşik karşıtlıkları bozmak sûretiyle, neyin “makbul” olduğuna dair algımızı sarstı Derrida, yerleşik kabullerimizi sorgulamamızı kolaylaştırarak bizi özgürleştirdi. Peeters’in biyografisi ise, özellikle hayatının son döneminde Blanchot ve Levinas’la daha da yakın bir alışverişe giren Derrida’nın “ötekine karşı sorumluluk” fikri etrafında dönen etik anlayışı üzerine daha fazla düşündürdü beni.
Sevilme beklentisinden âzâde bir sevgi olabilir mi? “Teşekkür” beklemeyen bir hediye? “Evsahipliğinin” iktidarından uzak bir misafirperverlik? Ölenin ardından aslında kendi kaybımıza üzülmeden yas tutabilir miyiz? Derrida’ya göre, gerçekleşebilmeleri imkânsızlıklarına bağlı edimler bunlar.
Aşk da biraz öyle. Her tercihin aslında bir vazgeçiş, her sadakatin aynı zamanda bir ihanet, dolayısıyla her kararın bir delilik olduğunu görüp, “öteki”ne karşı sorumluluğumuzu yerine getirmenin diğer “öteki”lere karşı sorumluluğumuzdan feragat olduğunu kavradığımızda, herhangi birine kavuşarak “tamamlanmayı” umabilir miyiz artık? Yoksa Blanchot’nun, Levinas’ın, Derrida’nın “rapport sans rapport” (ilişkisiz ilişki) diye tarif ettiği şey mi aşk? İlişki başladığında bitmeye başlayan bir şey…
“Öteki”ni asla içimizdeki boşluğa yerleştirip “ben”leştiremeyeceğimizi bilerek özlemek aşkın yegâne şartıdır belki de kim bilir; “öteki”nin daima “öteki” ve bizim hep biraz eksik kalmamız ölüme direnmenin ta kendisidir.