Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 'Bülent Ecevit döneminde yere atılan daktilo'dan söz etmese unutup gitmiştik Başbakanlık binasının merdivenlerini… Halbuki Ankara'daki gazeteciler olarak ne çok anımız var o merdivenlerde. Her sabah erkenden gider, bina önünde dolaşarak Başbakan'ın gelişini beklerdik. Başbakan'ın gelmek üzere olduğu koruma polislerinin hareketlenmesinden anlaşılırdı. Hemen merdivenlere sıralanır; Başbakan'ı makam aracından inip binaya girene değin soru yağmuruna tutardık.
O zamanlar, Başbakan'a ulaşmak için birkaç adım atmak yeterliydi. 12 Eylül askeri dönemi sonrasında 1983'te Başbakanlık muhabiri olarak o merdivenler önünde gazetecilik nöbetine başladığımda, Süleyman Demirel'in gazetecilerle soru-yanıtlı sohbetleri birer efsane olarak anlatılıp duruyordu.
12 Eylül 1980 darbesinden hemen önceki gün Demirel, merdivenlerden Başbakan olarak son kez çıkarken gazeteciler, toplantının gündemini sormuşlar; "Türkiye'nin gündeminde ne varsa, Bakanlar Kurulu'nun gündeminde o vardır" demiş. O sırada Başbakanlığın etrafında on ayrı yere bombalı pankartlar asılmış, birbiri ardına patlıyormuş. Askerler darbe için düğmeye basmışlar, Demirel o gündemin farkında değilmiş...
Gazeteciler darbe döneminde, askerlerin Başbakanlığa getirdikleri eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli oramiral Bülend Ulusu'ya yaklaşıp merdivenlerde soru soramamışlardı ama biz Turgut Özal'ı o merdivenleri inerken de çıkarken de yakalayıp soruyorduk. Tabii Bakanlar Kurulu toplantıları için gelen bakanları da orada yakalayıp sorularımızla sıkıştırıyorduk. Bazen araya koruma polisleri girip engelleseler bile çoğunlukla yanıt alıyorduk güncel sorularımıza.
Başbakanlık muhabirleri olarak neredeyse eşimizden, çocuklarımızdan fazla görüyor, çok konuşuyorduk Başbakan Özal ile. Günün hemen her saati yüz yüzeydik. Başbakanlık binasına girerken, çıkarken, toplantılarda… Akşamları konuta kadar götürüp, yattığına ve konuğu olmadığına emin olduktan sonra dağılıyorduk evlerimize…
Yine de Başbakanlık binasının merdivenlerinde unutamadığım anım Turgut Özal değil, birkaç gün önce yaşama veda eden Yıldırım Akbulut'un Başbakanlık günlerinden. Başımıza "Basın Press" yazılı inşaat baretlerini takıp o merdivenlere sıralanmıştık.
Aydınların birbiri ardına faili meçhul cinayetlere kurban gittiği 1990 yılıydı. 31 Ocak 1990'da Prof. Dr. Muammer Aksoy, 7 Mart 1990'da da gazeteci Çetin Emeç öldürülmüştü. Memleketin üzerinde yine kara bulutlar dolaşıyordu. Her cinayet sonrasında yürüyüşler düzenleniyor; gazetecilik meslek örgütleri açıklamalar yayımlıyordu. Başbakanlık önüne kalem bırakma eylemi de yapılmıştı.
Böyle bir ortamda bir de Başbakanlık'taki koruma polisleri bizi itip kakıp, Başbakan Akbulut'a yaklaşmamızı zor kullanarak engelleyince tepki göstermeye karar vermiştik. Eylemimiz de Başbakan Akbulut'u baretlerle karşılamaktı.
Akbulut makam aracından indi, bizim her zaman yaptığımız gibi soru sormak üzere hareketlenmediğimizi görünce şaşırdı. Sonra fark etti baretlerimizi. "Ne oluyor çocuklar? Bunlar da ne?" dedi merakla. "Koruma polisleriniz o kadar sert davranıyor ki, kendimizi korumak için başka çare bulamadık. Bundan sonra başımızı bu baretlerle koruyacağız" yanıtı verdik.
O zaman anladı meseleyi. "Tamam, ben bakacağım. Siz merak etmeyin" deyip devam etti merdivenleri çıkmaya. Gerçekten de dediğini yaptı, koruma polisleri bir süre rahat bıraktı bizi. Ama bir süre…
Zaten o dönem asıl haber kaynağı, Cumhurbaşkanı Turgut Özal'dı. O da daha çok kendi seçtiği yazarlar, genel yayın yönetmenleri ile konuşuyordu. Biz muhabirler kendisiyle çok az karşılaşmaya başlamıştık.
Özal, Akbulut'un etkili bir Başbakan olmasını engelliyordu. Akbulut da 1. Körfez Savaşı'na ABD ile birlikte asker göndermenin engellenmesi, Ankara'ya yürüyüşe geçen Zonguldaklı maden işçilerinin ücret artışı isteğini kabul etme gibi ender konular dışında Özal'ın kararlarına, isteklerine karşı çıkmıyordu.
Buna rağmen Turgut Özal, Akbulut'un ANAP Genel Başkanlığı ve Başbakanlığının devamından yana olmadı. Özal'ın kendisine yüz çevirdiğini anlayan Akbulut, parti örgütlerindeki milliyetçi-muhafazakâr ağırlığa güveniyordu. Fakat Akbulut, çetrefilli işlere girişebilecek, kulis çevirebilecek bir politikacı değildi.
Üstelik Başbakan olmasına rağmen Adalet Bakanlığı'nda bile sözü geçmiyordu. Nitekim Yıldırım Akbulut'un kendi bakanları üzerinde bile etkili olamadığı Mesut Yılmaz ile giriştiği genel başkanlık yarışında önemli bir aşama olan 1991 yılındaki ANAP İstanbul kongresinde iyice gün yüzüne çıktı.
Akbulut'un İstanbul İl Başkanlığı adayının karşısına çıkan Turgut Özal'ın eşi Semra Özal'a 12 bakan, 5 müsteşar, 4 müsteşar yardımcısı, 12 genel müdür ve çok sayıda milletvekili destek veriyordu. Semra Özal'ın en büyük yardımcısı da Devlet Bakanı Mustafa Taşar'dı. Bitmez tükenmez enerjisiyle kulis operasyonlarını hep başarıyla noktalayan Taşar da aynı otele, The Marmara'ya yerleşmişti.
Kongreden önceki akşam Ankara'dan gelen bir grup gazeteci olarak, Taşar'ı oteldeki odasında ziyaret ettik. Gaziantepli olan Taşar'ın arabasının bagajından baklava eksik olmazdı. Hemen bir tepsi baklava getirtti; o baklavalar eşliğinde sohbet başladı. Soru üstüne soru yağdırdık tabii ki. Taşar, kendisini 'Körfez Savaşı'nı yöneten Amerikalı komutan Norman Schwarzkopf'a benzetti:
"Ben de ANAP'ın Schwarzkopf'uyum."
Arkadaşlardan biri "Ama Schwarzkopf'un lakabı Çöl Ayısı" deyince de geri adım atmadı:
"O Körfez'de Çöl ayısı, ben de İstanbul'da otel ayısıyım. Schwarzkopf'un Saddam'ı bombaladığı gibi ben de Talat Yılmaz'ı bombalıyorum."
Gerçekten de Taşar o kongreye olanca ağırlığıyla asıldı. Önce ANAP Genel Başkanı ve Başbakan olan Akbulut'un adayı Talat Yılmaz'ın salona girerken anons edilmesini önledi; Semra Özal'ın o gün kazanamayacağını anlayınca da Divan Başkanı olarak kongreyi iptal ettirdi. Sonra da Adalet Bakanlığı Müsteşarı ve bazı yargıçlar devreye sokularak aday listeleri yeniden düzenlendi. Böylece il kongresi yeniden toplandığında Semra Özal'ın il başkanlığını kazanması sağlandı.
İstanbul'u kaybeden Yıldırım Akbulut, büyük kongrede de yenildi. Böylece Başbakanlık koltuğunda otururken parti genel başkanlığını kaybeden ilk isim olan Akbulut, ANAP Genel Başkanlığı ve Başbakanlığı Mesut Yılmaz'a devretti. Başbakanlık merdivenleri, Akbulut'tan sonra bir süre ıssızlaştı. Çünkü Mesut Yılmaz, öyle ayaküstü soru yanıtlamaktan çok hoşlanmıyor; sorulara gönülsüz, zoraki yanıtlar veriyordu.
Doğru Yol Partisi'nin (DYP) başına geçen Süleyman Demirel, 11 yıl aradan sonra, 20 Ekim 1991 genel seçimlerinin ardından, "Altı kez gittim, yedi kez geldim" sözleriyle özetlediği siyasi kariyerinde yeniden Başbakan oldu. Demirel döneminde Başbakanlık binasının önü ve merdivenler iyice renklendi. Kutlama ziyaretleri, davul zurna çalınması günlerce sürdü. Ortalık bayram yerine dönünce gazetecilerin faaliyet alanı da genişledi, daha özgür çalıştılar DYP-SHP koalisyonu sırasında.
Ama Demirel'in yedinci Başbakanlık dönemi uzun sürmedi; 17 Nisan 1993'te Turgut Özal'ın ölümünün ardından Cumhurbaşkanı seçilip Çankaya Köşkü'ne çıktı.
Demirel'den sonra gelen Tansu Çiller'in başbakanlığı gazeteciler açısından sorunluydu. Merdivenlerde soru yanıtlamaktan kaçınıyordu Çiller. Gazeteciler arasında seçici davranıyordu.
24 Aralık 1995 seçimlerinde başında bulunduğu Refah Partisi oy patlaması yapan, Mesut Yılmaz-Tansu Çiller kavgası nedeniyle DYP ile REFAH-YOL koalisyonunu kurarak 1996'da Başbakan olan Necmettin Erbakan dönemi ise renkli ve hareketliydi. Sürekli değişen programı, randevularına hep geç gitmesi ve her hareketinde gazetecilere yeni haber malzemesi çıkması Başbakanlık muhabirlerinin sürekli istim üstünde kalmasını sağlıyordu. Güne geç başlayıp, gece yarılarına kadar Başbakanlık'ta çalışması, gazetecilerin de binanın karşısına park ettikleri arabaların içinde saatlerce beklemelerine yol açıyordu.
Erbakan merdivenlerde soru almıyor, ayakta konuşmaktan çok hoşlanmıyordu ama düzenli basın toplantıları yapıyor, sık sık da gazetecilerle sohbet ediyordu. Her tür soru da sorulabiliyordu Erbakan'a. Basın toplantılarının kötü yanı, salona partililerin de alınması, olumsuz sorularda salondan homurtular yükselmesiydi.
Başbakanlık merdivenlerindeki gazetecilik, asıl olarak Bülent Ecevit'in başbakanlığı sırasında değişti. Kendisi de bir zamanlar gazeteci olan Ecevit, olanca nezaketiyle gazetecilerin sorularını yanıtlıyordu. Hatta muhabirlerin karda kışta açıkta beklediğine üzüldüğü için Basın Bürosu'nun genişletilmesini, bilgisayar ve telefonlar konulmasını sağlamıştı. (Burada bir parantez açayım; Nazmiye Demirel, Güniz Sokak'taki evlerinin önünde eşi Süleyman Demirel'i bekleyen gazetecilere daima kendi yaptığı börekler ve çaylar ikram etmesiyle de gazetecilerin unutamadığı bir lider eşiydi).
Başbakanlık muhabirleri için Ecevit'i izlemenin konforu, hareketlerinin düzenli ve programlı olmasından kaynaklanıyordu. Akşamları makamından çıkarken de önden korumalar çantasını getirip arabaya koyuyordu. Çantayı gören muhabirler, "Çanta arabaya bindi, bugünkü mesaimiz tamam" diyorlardı kendi aralarında. Ecevit, Başbakanlık'tan sonra DSP Genel Merkezi'ne uğruyor; oradan Rahşan Ecevit'i alıyor, Oran'daki evlerine geçerken Serender Pastanesi'ni mutlaka ziyaret ediyorlardı.
Bütün bunlar olurken, yan yana iki taş bina olan Başbakanlık ve Adalet Bakanlığı'nın önündeki yoldan vatandaşlar da gayet rahat yürüyerek geçebiliyorlardı. Hatta karşıdaki Yargıtay binasına gelenler, 15-20 metre ötede durup bazen gazetecilerin Başbakan ya da bakanlarla konuşmasını dinlemeye çalışıyordu. Başbakanlığın 50 metre kadar aşağısında ODTÜ/100. Yıl İşçi Sitesi dolmuş/servis durağı, onun da bitişiğinde Güvenpark dolmuş/otobüs durakları vardı. Yani Başbakanlık, Kızılay'da hayatın ta içindeydi. Vatandaşlar serbestçe o kadar yakına gelebildiği içindir ki, 2001 yılındaki ekonomik kriz sırasında Ahmet Çakmak adlı esnaf, Başbakan Ecevit'in az ötesine kadar gelip -Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dediği gibi daktilo değil- yazar kasa fırlatabildi.
Tabii yazar kasa fırlatma ilk ve son oldu. O günden sonra vatandaşların Başbakanlık önünden yürüyerek geçmeleri engellendi. Sonra da sokağın giriş ve çıkışlarına polis bariyerleri kuruldu. Gazeteciler de merdivenlerin önüne şerit çekildiği için eskisi gibi merdivenlerde bekleyip Başbakan ve bakanlara soru soramaz oldu.
AKP'nin 3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından iktidara gelmesiyle Başbakanlık'ta yaşanan ilk değişimlerden biri, sokağın halka açılması oldu. Girişlerdeki bariyerler kaldırıldı, sokak yeniden geçişlere açıldı. Demokratik bir ülkede Başbakanlığın önünün bariyerlerle vatandaşa kapatılmasının yakışık almadığı vurgulanıyordu o günlerde. Gazetecilere de binanın dışında yeni bir basın bölümü yapıldı.
Fakat Abdullah Gül'ün başbakanlığı sırasında merdivenlerin önündeki şerit korunduğu için gazeteciler, izin verilmedikçe yaklaşamıyordu merdivenlere. Foto muhabirlerinin en büyük sıkıntısı, Başbakan, bakanlar ve yabancı konukların fotoğraflarını karşıdan çekememeleriydi; hep sol profilden, bazen de enseden fotoğraflamak zorunda kalıyorlardı.
Eskiden tanıyan ve dostluğu olan gazeteciler Abdullah Gül'e her zaman ulaşabiliyorlardı. Gül de soru yanıtlarken ve özel açıklamalar yaparken seçici davranıyordu. Medyanın karşısına da sık çıkıyor, güncel konularda değerlendirmeler yapıyordu. Ancak merdivenlerde soru yanıtlamaktan pek hoşlanmıyordu.
Tayyip Erdoğan ise Başbakanlığının ilk aylarında gazetecilere açıktı. Her yerde soruları yanıtlıyor, her fırsatta sohbet ediyordu. Gazetecilerle sürekli iç içeydi. Ama zaman geçtikçe gazetecilerden uzaklaşmaya, sorulardan kaçınmaya başladı.
Kırılma noktalarından ilki, 2006 yılında Milliyet foto muhabiri Serdar Özsoy'un, rahatsızlanan Erdoğan'ı çıkarabilmek için makam aracının camının, Başbakanlık yakınındaki Güven Hastanesi'nin önünde balyozla kırılmasının fotoğrafını çekmesiydi. İkincisi de aynı yıl, 11 Şubat 2006'da, "Çiftçinin hali ne olacak, anamız ağladı" diyen Mersinli çiftçi Mustafa Kemal Öncel'e "Ananı da al git" sözlerinin medyaya geniş biçimde yansımasıydı. Bu olayın ardından Erdoğan gazetecileri yakınından uzaklaştırdı, öyle her yerde soru sorulamaz oldu.
Bunların üzerine bir yıl kadar sonra Hürriyet gazetesinde Hasan Tüfekçi'nin "Başbakanlık iftar vaktinde Allah'a emanet" fotoğrafları geldi. Merdivenlerin başındaki ana kapıyı bekleyen iki polis, iftar vaktinde görev yerini bırakıp içeri girmişti. Bu haber ve fotoğrafların ardından gazetecilerin akreditasyon koşulları sıkılaştırıldı; koruma polislerinin gazetecilere tavrı da hayli sertleşti.
Nitekim Başbakanlık önünün halka açılması pek de uzun sürmedi. Tayyip Erdoğan'ın başbakanlığı ile birlikte şeritlerin kapladığı alan genişletildi ve bariyerler geri geldi; sonra tamamen kapatılarak çıkmaz sokak haline getirildi yaklaşık 200 metre uzunluğundaki o yol. Polis nizamiyesi oluşturuldu girişte…
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne geçilmesiyle birlikte Cumhuriyet tarihiyle özdeşleyen Başbakanlık binası kaderine terk edildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan da artık Beştepe'deki sarayda yürütüyor faaliyetlerini.
Gazetecilerin o binaya girip çıkarken Erdoğan'a soru sorması, yaklaşması asla mümkün değil. Bırakın gazetecileri, vatandaşların Saray çevresine yaklaşması, etrafında yürümesi söz konusu olamaz. Saray'ın yanındaki sekiz şeritli yol araçların geçişine bile polis bariyerleriyle kapatılmış durumda.
Böyle bakınca Erdoğan'ın olumsuz bir örnek diye hatırlattığı Ecevit'in önüne yazar kasa atılması olayı, ülkedeki değişimi de gayet güzel somutluyor. Bir zamanlar vatandaşların bu ülkenin yönetildiği binaların etrafından yürüyebildiği, gazetecilerin başbakan ve bakanlara yanaşıp rahatlıkla soru sorabildiği bir ülkeydi burası.
Sözünü ettiğim eski başbakanlar Turgut Özal, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Mesut Yılmaz bugün artık hayatta değil. Yıldırım Akbulut da birkaç gün önce veda etti yaşama. Onların gazetecilere davranışını günümüzdeki uygulamalarla kıyaslamak bile mümkün değil.
Şimdi gazetecilerin Cumhurbaşkanlığı önüne kalem bırakma eylemi düzenlemesini ya da bizim Başbakan Akbulut'a yaptığımız gibi Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın önüne baretlerle çıkmasını düşünemeyiz bile.
Cumhurbaşkanlığı Sarayı halka ne kadar uzaksa gazetecilere de o kadar kapalı…
Fotoğraflar: Süreyya OralFahir Arıkan | Depo Photos