Büro darmadağınıktı. Telefonlar çalmıyordu ama masaların üzeri karmakarışıktı. Her sabah gazete okuduğumuz, toplantı yaptığımız uzun masanın üzeri peynir, zeytin, ekmek, çay bardakları ile doluydu.
12 Eylül 1980'de yapılan askeri darbenin, ilk gecesinde, Konur Sokak'taki Cumhuriyet Ankara Bürosu'na bıraktığı izler bunlardı. Henüz üç aylık genç bir gazeteci olarak büroya ancak öğleden sonra, sokağa çıkma yasağı gevşeyince gidebilmiştim.
Sokaklar sakindi ben geçerken. Olağanüstü günlerin alışılmış görüntüsü vardı her yanda. Fırındaki bir radyodan Harbiye Marşı yükseliyordu. Yaşlıca bir kadın, "Epeydir bunları dinlemiyorduk, dinlemek istiyordum" diyordu yüksek sesle.
Hasan Cemal, Yalçın Doğan, Mustafa Ekmekçi ve Sedat Ergin sabaha kadar çalışmışlardı. Hepsi yorgun, yüzleri endişeliydi. Sonraki günlerin neler getireceğini kimse bilemiyor, gazetenin devam edip etmeyeceği bile kestirilemiyordu.
Akşam saatlerinde uzun masanın etrafında toplandık. Sözcükler, o sırada Cumhuriyet Ankara Temsilcisi olan Hasan Cemal'in dilinden her zamankinden daha yavaş döküldü, tane tane:
"Gazeteci tarihin tanığıdır. Ama şimdi özel günlerden geçiyoruz. Birçok şeyi yazamayacağız, o nedenle sizlere önerim hepinizin her şeyi not almanız. İlerde kitaplaştırırsınız."
Haklıydı, o günden itibaren ülke için olduğu kadar gazetecilik için de zor günler başlamıştı. Parlamento, siyasi partiler, dernekler, sendikalar, tüm sivil toplum örgütleri kapatılmış, binlerce insan hapse atılmış, koca ülke susmuştu.
Haber kaynaklarımız, çalışma alanlarımız daralmıştı. Siyaset yazmak zaten yasaktı. Üstelik her gün yeni yasak kararları ilan ediliyor, akşam üzerleri Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı'ndan "… haberinin yayını yasaklanmıştır" telefonları geliyordu.
O yüzden Hasan Cemal, haber yapamadığımız bilgileri not haline getirmemizi istedi. Bu notları, teleksle İstanbul'a gönderiyordu. Bizim notlarımız, Yazı İşleri'nin günlük gelişmelerden bilgilenmesini sağlamakla kalmayacak, Hasan Cemal'in 1986'da yazacağı "Tank Sesiyle Uyanmak" kitabının temel malzemesini oluşturacaktı.
İlk günden itibaren büroya kasvetli bir hava çökmüştü. Oysa o güne kadar şen şakrak bir büroyduk. Haftanın birkaç akşamı evlerde ya da dışarıda buluşan, ancak haber olunca gecesi gündüzü olmayan küçücük bir ekiptik; sık sık İlhan Selçuk'un "Biz bir aileyiz" sözlerini tekrarlardık. Öyleydik de…
Yılmaz Gümüşbaş, Yalçın Doğan, Füsun Özbilgen, Ahmet Tan büronun deneyimlileriydi; Sedat Ergin, Ufuk Güldemir, Saim Tokaçoğlu, Işık Kansu benden önce başlamışlardı ama hepimiz daha 20'li yaşların başlarındaydık. İyi anlaşıyorduk. Günün en keyifli anı, sabahları uzun masada az sayıdaki gazeteyi birbirimizden kaparak, Mustafa İspir'in getirdiği çaylar eşliğinde gazete okumaktı. Sabah toplantıları mutlaka yapılır, günün yol haritası çizilirdi. Füsun Özbilgen sabahları büroya uğrar, toplantıdan sonra Meclise geçerdi.
Büronun tartışmasız en keyifli insanı Mustafa Ekmekçi'ydi; sürekli gülümsemekle kalmaz; çoğu zaman cümlelerini şen kahkahalarla noktalardı. Büroya daha az uğrayan Uğur Mumcu ile o küçük bürodaki tek yazar odasını kullanmak konusunda tatlı bir çekişme içindeydiler.
Teleksçi Halil dede (Özdemiroğlu) devamlı hareket halinde olurdu. Elindeki haber kâğıtlarını gösterir, kimi zaman yazım hatalarına, kimi zaman da bilgi yanlışlarına dikkat çekerdi. Kimse ona itiraz edemezdi, hep haklı çıkardı zira… Diğer teleksçimiz Necdet dayı ise az konuşur, daha çok oturduğu yerden seslenmeyi tercih ederdi. Fırsat buldukça küçük odalarına gider, İstanbul'da yazıya dökülen delikli sarı perfore bantlarının hareketini hayranlıkla izlerdim.
Altan abinin (Öymen) yazıları, teleksçileri çıldırtırdı. CHP kapatılıp milletvekilliği sona erince gazeteciliğe dönmüş, iyi de olmuştu. Gezi yazıları keyifliydi, renk katmıştı gazeteye. Fakat Altan abi daktilo yerine kâğıt kalem kullanıyor, yazdığını beğenmeyince kâğıdı buruşturup yere fırlatıyordu. Yazı bittiğinde odanın zemini kâğıt toplarıyla dolmuş oluyor, yazısını da karalamalarla dolu bir tomar halinde teleksçilere veriyordu.
İdare tarafındaki Sofu baba (Tuğrul) zor zamanlarımızın sığınağıydı. Her seferinde önce dinler, sonra yol gösteren konuşmalar yapıp rahatlatarak gönderirdi bizi. Yardımcısı Azmi Özgür, Rüzgârlı Sokak'taki matbaamızın müdürü Vural Saygılı, gece editörleri Mahir Bayram ve Ahmet Oruçoğlu'nu da unutmamak lazım. Onların odasından tavla şakırtıları ve kahkahalar eksik olmazdı.
Sanat, üniversite dünyasından isimler, sivil toplum örgütleri yöneticileri, velhasıl Ankara'nın entelektüel camiası bürodan ve akşam buluşmalarından hiç eksilmezdi. Siyasiler, özellikle de kapatılan CHP'nin bazı milletvekilleri sık sık gelirlerdi büroya. Müşerref Hekimoğlu'nun haftalık "magazin" yazıları, Cumhuriyet'in bu havasını yansıtırdı.
Konur Sokak'taki o büromuzun üst katında Demokrat gazetesi vardı ama darbeyle birlikte kapatılmıştı. Karşı binada da Mehmet Ali Kışlalı yönetimindeki Yankı dergisinin bürosu vardı. Işık Kansu'nun evi de o binadaydı. O nedenle işe gelirken çok yoruluyordu! Hatta aramızda espri konusuydu bu. "Işık taksi çağırmış, bir kapıdan binip diğer kapıdan inmiş" diyorduk.
Sokağın köşesinde bekleyen Ataç Taksi'nin şoförleri bile Cumhuriyet okuruydu. Hele (umarım ismini yanlış hatırlamıyorumdur) Yüksel bey! Sıkı bir entelektüel ve şairdi. Elinden gazete, kitap hiç düşmez, boş bulduğu her vakti mutlaka okuyarak geçirirdi. Onun aracına binmek keyifliydi, tek sorun ne olursa olsun çok yavaş gitmesiydi.
Konur Sokak ve bitişiğindeki Meşrutiyet Caddesi genellikle sakin, Kızılay ise hep kalabalık olurdu. Sevgi Soysal, "Yenişehir'de bir öğle vakti"nde Kızılay'daki hareketliliği içselleştirilmiş bir ortam olarak tasvir etmişti:
"Sanki büyük bir gürültüyle devrilecekmişçesine sallandı kavak. O her an oluşan, değişen şeyleri görmeyenler sezmediler bunu. Öğlendi. Kızılay semtinin en civcivli, gürültülü, servisi en çabuk, en ayakaltı yeri olan Piknik'in oraya akıyordu kalabalık."
Darbeden bir gün önce, 11 Eylül 1980 günü Kızılay ve çevresindeki kalabalıklara tedirginlik hakimdi. Onlarca maket bomba konulmuştu etrafa. Habire patlama sesleri geliyordu. Değişim, bu kez sessizce gelmiyordu; askerlerin ayak sesleri duyuluyordu.
Askeri darbeyle birlikte bürodaki düzen altüst olmuştu. Parlamento ve siyaseti izleyen deneyimli gazeteciler bir anda boşa düşmüş, işsiz kalmışlardı.Kaçınılmaz olarak büro yeniden yapılanacak, yeni koşullara uyum sağlanmaya çalışılacaktı.
Cumhuriyet'te o güne değin polis-adliye haberlerine Işık Kansu bakıyordu. Darbeden sonra siyasetçilerin yargılanmalarını izlemeye başladık onunla. Siyasi davalar önce Anafartalar Caddesi'ndeki eski adliye binasında başladı. Birkaç ay sonra da Mamak'ta kurulan askeri mahkemelere taşındı.
Mamak'taki yargılamaları izlemeye Işık Kansu'yla birlikte başladık ama kısa süre sonra -büyük davalar dışında- tamamen bana bırakıp çekildi. İstihbarat Şefi Erbil abi (Tuşalp), bir akşam evine yemeğe davet etti. Tam balıklar pişip sofraya konulmuştu ki, bana telefon geldi. (Cep telefonlarının olmadığı o vakitler bürodan çıkmadan önce nerede olacağımızı söyler, nöbetçi arkadaşımıza bulunduğumuz yerin telefonunu bırakırdık). Bir avukattı arayan. "İdamlar başladı mı? Cezaevinde bir hareket var" diyordu!
Erbil abiye söyledim. Beni cezaevi önüne göndermek yerine telefon defterini çıkardı. İnfaz savcısının telefonunu çevirdi. Fakat garip şekilde telefon açılıyor, hemen ardından geri kapanıyordu. Defalarca tekrarlandı aynı hareket. Sonunda bıktı, aramaktan vazgeçti Erbil abi…
Ertesi sabah anladık ki, meğer gerçekten idamlar başlamış. Darbecilerin lideri Kenan Evren'in "Bir soldan, bir sağdan asın" emrinin gereği yerine getirilmiş. Önce sol kesimden Necdet Adalı asılmıştı, birkaç saat sonra da ülkücülerden Mustafa Pehlivanoğlu. Akşam telefon ettiğimiz sırada da savcının odasında idam öncesi son konuşmalar yapılıyormuş!
Öğrendiğimizde yıkıldık ikimiz de…
Emniyet'te ağır işkencelerden geçiriliyordu gözaltına alınanlar. İşkencede yaşamını yitirenler için "Pencereden atladı" ya da "Başını duvarlara vurarak öldü" gibi abuk subuk gerekçeler uyduruluyordu. Askeri cezaevinde de devam ediyordu işkence, kötü muamele, dayak. Emrindeki askerlere kötü muamele emri veren, işkenceye yönlendiren, hatta neler yapılacağını bizzat öğreten Mamak Askeri Cezaevi Komutanı Albay Raci Tetik'ti.
Yeni gelenlere, atıldıkları "kafes" denilen bölümde günlerce eziyet ediliyordu. Sol Yayınları'nın kurucuları yayıncı ve yazar kardeşler İlhan ve Muzaffer Erdost, Mamak Askeri Cezaaevi'nde daha da farklı bir uygulamayla karşılandılar. Özel, komutandan talimatlı bir karşılamaydı bu.
Daha Mamak'ta araca bindirmeden başladı coplama. Sonra erlerden biri telefon edip araç istedi, "C Blok'a gidecek iki tutuklu var, büyük araç gönder. Küçük araç olmaz anlarsın ya!" dedi. Büyük araç istemelerinin nedeni ayakta dövebilmeye imkân vermesiydi. Üç erle de yetinmeyip, Kısmet Çağlar adlı bir askeri de görevli olmadığı halde araca bindirdiler. Dört asker yolda öldüresiye dövdü ikisini de, hiç durmadan indirdiler copları…
Nitekim İlhan Erdost, saatler sonra yaşamını yitirdi cezaevinde. 7 Kasım 1980 günü meydana gelmişti bu cinayet. Tam üç gün sonra açıkladı Sıkıyönetim Komutanlığı. Hatırlıyorum, o günkü toplantıda hepimizin üzerine hüzün çökmüştü. Ağır bir hüzün ve tepkimizi haykıramamanın gerginliği…
Cumhuriyet'te ertesi gün çıktı haber. "Başına vurulan yayıncı İlhan Erdost öldü" başlıklı haber, birinci sayfanın ortasında yedi sütuna yayılmıştı. Cumhuriyet'in 12 Eylül dönemindeki ilk kapatma kararı da o gün geldi.
Büro bu haberle bir daha sarsıldı. Bütün gün sıkıntı içinde ne olacağını anlamaya çalışıp tartışarak geçti. Akşam üzeri Uğur Mumcu ve Hasan Cemal birlikte çıktılar bürodan. Erdost'ların evine uğradılar. Uğur Mumcu, İlhan Erdost'un öldürülüşünü kaleme almıştı ama gazete kapatıldığı için yayımlanamayacaktı. Yazıyı, İlhan Edost'un eşine verdi.
Ertesi gün cenaze töreni vardı. Serbest bırakılan Muzaffer Erdost da yüzü gözü yara bere içinde katıldı Hacıbayram Camii'ndeki törene. İki gün sonra da Mamak Askeri Cezaevi'nde yaşadıklarını anlattığı 10 sayfalık notlarını getirdi büroya. Tabii gazete kapalı olduğu için o notların tek satırı bile yayınlanamadı Cumhuriyet'te.
Kapatma kararında gerekçe İlhan Selçuk'un "Kemalizm ideolojisi muz mudur?" başlıklı yazısıydı. 10 gün sürdü bu kapatma.İkinci kapatma kararı da 23 Ocak 1983'te Nadir Nadi'nin "Tuhaf bir tasarı" başlıklı yazısının ardından gelecek, tam 25 gün kapalı kalacaktı gazete. Bu kapatmaların kötü yanlarından biri de kapatma süresinin baştan ilan edilmemesiydi. Her gün gelip o gün yasak kararı kalkacakmış gibi çalışıyorduk, akşam olup da haber gelmeyince yelkenleri suya indiriyorduk hüzünle.
Mustafa Ekmekçi'nin, bir kadın öğretmene emniyette yapılan işkenceleri anlattığı yazısı nedeniyle de 2 Nisan 1981'de Ankara, Kastamonu ve Çankırı'da yasaklandı gazete. Türkiye genelindeki kapatmalardan farklı olarak bu yasağın süresi baştan iki gün olarak ilan edilmişti.
Kardeşini sessizce toprağa veren Muzaffer Erdost, 40 gün sonra ilan yayınlatmak istedi Cumhuriyet'te. İlan metni "7 Kasım 1980'de Mamak Askeri Cezaevi'nde dövülerek öldürüldü" diye bitiyordu. Fakat 17 Aralık günü bu ilan yayımlanmadı.
Muzaffer Erdost nedenini anlamaya çalışırken telefonu çaldı. Cumhuriyet'in Genel Yayın Yönetmeni Oktay Kurtböke'ydi arayan. Üzgün bir ses tonuyla anlattı ilanın çıkmamasının nedenini. "Dün gece arkadaşlar kaygılanmış, sizin ilanı çıkarmış sayfadan." Onun kaygısını da anlıyordu Muzaffer Erdost. "Mamak Askeri Cezaevi'nde" ibaresini çıkarmaya karar verdiler birlikte. "… Ankara'da dövülerek öldürüldü" diye yazacaktı.
Ama öyle de yayınlanmadı ilan. "… Ankara'da öldü" diye değiştirilmişti. Muzaffer Erdost, bu kez konuşmak yerine ağır bir mektup yazdı Kurtböke'ye. İlan, 19 Aralık'ta bir daha yayınlandı. "Ankara'da dövülerek öldürüldü" diye…
İlanın bu kadar tekrarlanması Sıkıyönetim Komutanlığı'nı da şaşırtmış olacak ki, bir albay gazeteyi aramıştı. "Önce öldü, sonra öldürüldü, bakalım yarın ne diye yazacaksınız?"
Ben de o günlerde tanıdım Muzaffer Erdost'u. Onun Sol Yayınları'ndan çıkardığı kitaplarla büyüyen kuşaktandım ama daha önce tanışmamıştım. İlhan Erdost'u döverek öldüren askerlerin yargılama sürecinde sık görüştük. "Ben bellerinden aşağı birer çubuk verin dedim, ileri gitmişler" diye talimat verdiğini itiraf eden gaddar komutan Albay Raci Tetik ile araçta cinayete nezaret eden astsubayın cezalandırılmaması derin bir üzüntü kaynağıydı onun için.
Kardeşinin acısını da ömrü boyunca bir an bile unutmadı. Yazar, şair, ressam olarak eserlerine taşıdı kederini. Kardeşinin adını kendi adına ekledi, yeni kitabevine de "İlhan İlhan" adını verdi. Onu tanımak, onunla konuşmak hep öğretici oldu. Yaratıcı, üretken, mücadeleci bir kişilikti…
Emniyet ve cezaevindeki işkence olaylarını koşullar elverdiğince yazıyorduk Cumhuriyet'te. Yazamadıklarımızı da bazen BBC'deki arkadaşlara iletiyorduk, onlar haber yapıyordu radyoda. Bu da bilgiyi insanlara ulaştırmanın yollarından biriydi.
Aralık 1980'de Mamak Askeri Cezaevi'ndeki işkence ve kötü muamele iddiaları ayyuka çıkınca önce Milliyet'te geniş bir haber yaptırdılar. Ardından cezaevinde basın toplantısı düzenlediler, gazetecilere gezdirdiler bazı bölümleri.
O gün de yabancı basın mensupları alınmamıştı. Ben o zamanlar piyasaya yeni çıkmış olan küçük kasetli bir teyple cezaevine gitmiş, basın toplantısı öncesinde havalandırmada uygun adım yürütülen tutuklu gençlerin ayak seslerini de kaydetmiştim.
Ertesi gün BBC'nin cezaevi haberi gençlerin "rap rap" sesleriyle başlıyordu. O ayak sesleri, askeri yönetimin cezaevinde dayak, işkence olmadığı açıklamalarının canlı tekzibiydi. Sıkıyönetim Komutanı çok kızmış, Adli Müşavir, Yalçın Doğan'ı çağırıp çıkışmıştı. Kasetin Cumhuriyet'ten çıktığını her nasılsa öğrenmişlerdi! Ama bana kimse bir şey demedi…
Dayanışma yabancı gazetecilerle sınırlı değildi kuşkusuz. Mamak'taki askeri mahkemelerde ulaşım ve iletişim çok zordu. Bir duruşma izlemek için bir günü harcamak gerekiyordu çoğu zaman. O nedenle birbirimize yardım ediyor, birbirimizin eksiğini kapatıyorduk. En büyük yardımcımız da Türk Haberler Ajansı'nın (THA) deneyimli polis-adliye muhabiri Ünal İnanç'tı.
En büyük heyecanı da MHP ve ülkücü kuruluşlar iddianamesini aldığımız karlı, buzlu kış günü yaşamıştık. Tek nüsha iddianameyi aldığımız gibi, Milliyet muhabiri Süreyya Oral'ın Vosvos'una doluşup, fotokopici aramıştık.
İddianameyi aldıktan sonra telaşla koşturdum büroya. O kadar heyecanlıydım ki, yeni taşındığımız İnkılap Sokak'taki büronun asansörüne binerken az daha Uğur abiye (Mumcu) çarpıp deviriyordum. "Ne oldu, yeni bir şey mi var?" diye sordu. Anlattım.
Hiç heyecanlanmadı. Zaten Uğur abi, hep sakindi. Yeni bir dosya bulduğunda, en büyük habere giderken de heyecanını yüzünden okumak imkânsızdı. Sadece Abdi İpekçi/Mehmet Ali Ağca dosyasıyla uğraşırken, İtalya'ya gidip gelişi sırasında telaşlı olduğunu hatırlıyorum o kadar.
Askeri darbe dönemi daha bir yılını doldurmadan Oktay Kurtböke, Cumhuriyet Genel Yayın Yönetmenliği'nden ayrıldı. Yerine de 2 Nisan 1981'den itibaren Hasan Cemal geldi. Aslında büronun en kıdemlisi Yılmaz Gümüşbaş'tı. Ankara Temsilciliği'ne kendisinin getirilmesini bekliyordu.
Öyle olmadı. Hasan Cemal, Yalçın Doğan'ı seçti. Hepimizi odasına toplayıp, "Gel Yalçın, otur koltuğuna" dediği an Yılmaz Gümüşbaş'ın o tok sesiyle "Ben itiraz ediyorum. Bu arkadaşla çalışamam" deyişini unutamam. Odaya bir sessizlik çöktü.
Yılmaz Gümüşbaş, ayağa kalktı. Tak tak yürüyüp çıktı bürodan. Dik başlı, onurlu bir gazeteciydi. Fakat dönemin koşullarında başka gazetede iş bulamayacak, yıllar sonra Cumhuriyet'e geri dönmek zorunda kalacaktı. Tabii Yalçın Doğan da ayrılmıştı o sırada….
Büroda bazı değişiklikler de oldu. Saim Tokaçoğlu ayrıldı, Füsun Özbilgen İstanbul'a gitti. Hasan Uysal, Rıza Ezer, Turan Salman, Rafet Genç, Betül Uncular, Havva Can, Gencay Şaylan ve Jülide Gülizar katıldı aramıza.Her şeye rağmen akşam buluşmalarımız devam ediyordu. Çoğunlukla meyhanelere gidiliyor, arada bar, disko gibi eğlence mekânlarına gidildiği de oluyordu.
Hasan Cemal de Ankara'ya geldiğinde katılıyordu büro buluşmalarına. Bir keresinde İçkale Otel'in restoranındaki yemekte dansöz bile gelmiş, doyasıya eğlenilmişti.
Yalçın Doğan'ın temsilciliği döneminde yaşananlardan benim için unutulmaz olanı, o günlerde nişanlı olduğumuz (ve sonra eşim olan) Serpil'in gözaltına alındığı gün karşılıklı ağlamamızdı. Gözyaşlarımızı tutamamıştık. Ve Serpil ve birlikte gözaltına alınan Türkiye İşçi Partisi gençlik örgütü üyeleri teşhir için topluca basın önüne çıkarıldığında gazeteci arkadaşlar protesto edip fotoğraf çekmemişti! Polisler de sonunda durumu kabullenip, fotoğraf çektirmeden Mamak Askeri Cezaevi'ne yollamışlardı…
Düşünün, hem de 12 Eylül koşullarında yaptı gazeteciler bu protestoyu…
12 Eylül döneminin sonrasında da TBMM ve siyasi partiler açılmış, haber alanları yeniden genişlemişti ama yine de basın özgürlüğü açısından mesafe kaydedememiştik. Üstelik bir de Güneydoğu'da PKK'nın terör saldırıları başlamıştı. Ne yazık ki, Anavatan Partisi (ANAP) iktidarının Kürt sorununun çözümü için bir reçetesi yoktu. O nedenle de "SS kararnamesi" dediğimiz, sansür-sürgün kararnameleri ile tanışmamızı sağladılar.
Büromuz 80'li yıllara yayılan bir zaman dilimi içinde hayli genişlemişti. Cüneyt Arcayürek, Enis Berberoğlu, Hakkı Erdem, Semih İdiz, Canan Gedik, Bilal Çetin, Tuncay Özkan, Mustafa Balbay, Ümit Aslanbay, Zeki Saral, Turan Yılmaz, Doğan Akın, Sertuğ Çiçek, Aytekin Altınöz, Taygun Gönüllü, Günseli Önal, Yasemin Çongar, Hakan Aygün, Evren Değer gibi isimler eklenmişti ekibe. Kısa sürelerle Kenan Mortan ve Serdar Turgut da katılıp, sonra ayrılmışlardı. Sedat Ergin, 1987'de Hürriyet'e geçmiş, Washington Temsilcisi olmuştu.
İnkılap Sokak'taki yeni büromuz daha genişti. Mustafa Ekmekçi ve Uğur Mumcu nihayet ayrı odalara kavuşmuşlardı. Büro değişimi aynı zamanda teknolojik dönüşümü de getirmişti bize. Artık teleksler kalkmıştı, haberleri faksla geçiyorduk. Teleksçilerimiz Halil dede ve Necdet dayı ayrılmıştı. Sonra hızla faksın yerini de bilgisayarlar aldı. Haber geçmemiz kolaylaştı…
Bu arada telefonlar da artık "otomatik" olmuştu. Şehirlerarası konuşmaları eskiden santrala yazdırırdık, "yıldırım basın" diye. Ona gerek kalmamıştı. Numarayı çevirip hemen İstanbul'la konuşabilmek büyük bir lükstü bizim için.
Yine sık sık buluşuyorduk bürodan arkadaşlarla. Ama İnkılap Sokak'taki büronun bize getirdiği en büyük yenilik cuma partileriydi. Cuma akşamları büroda eğleniyorduk. Önceleri kendi aramızda düzenlediğimiz bu partilere sonraları arkadaşlarımızı da davet etmeye başladık. Sonra gitar, müzik derken iş büyüdü. Akşam partileri gece geç vakitlere kadar sürer oldu.
Yalçın Doğan daha fazla dayanamayıp bitirdi cuma partilerini. Çok keyifli olduğu kadar, bürodaki ekip ruhunu perçinleyen akşamlardı onlar…
Ekip ruhundan söz edince okurlarla ilişkiye değinmemek olmaz. Okurlar, gazeteyle bütünleşmiş, iyiden iyiye sahiplenmişlerdi. Bir gün büroda otururken Mardin'den iki okurun geldiğini söylediler. Ben gittim görüşmeye yanlarına.
Şiar Yalçın'ın hazırladığı bulmacalardan yakınıyorlardı. Bulmacaları çözmenin çok zor olduğunu söylediler. Kolaylaştırılmasını istiyorlardı.
Düşünün, Mardin'deki Cumhuriyet okurları toplanmış, bulmacaların zor çözülmesine tepkilerini iletmeleri için gazeteye iki temsilci göndermeye karar vermişlerdi!
Okurların isteğini Şiar Yalçın'a ilettim tabii ki… "Uğraşsın çözsünler, ben kolay bulmaca yapamam" dedi. Taviz vermediği gibi Mardin'den böyle bir heyet gelmesine bile şaşırmamıştı her nasılsa.
Askeri mahkemeleri bir süre de Havva Can ile birlikte takip etmiştik. Sonra tamamıyla ona bırakıp çekilmiştim Mamak'tan. Zamanla o da Tuncay Özkan'a bırakacaktı askeri mahkemelerdeki siyasi davaları kovalamayı.
12 Eylül döneminin sonuna doğru eğitim muhabirliğine ağırlık vermeye başlamıştım. Fırsat buldukça eğitimle ilgili haberler kaleme almaya devam ettim. YÖK'ün kuruluşuna da tanıklık ettim. YÖK'ün kurucusu ve askerlerin gözbebeği Prof. Dr. İhsan Doğramacı ile söyleşi yapmak zordu. Ne sorarsan sor, o hep istediğini, bildiğini anlatıp duruyordu.
Doğramacı ile söyleşilerde edindiğim deneyim, 1983'te ANAP'ı izlemeye başladığımda Turgut Özal'a soru sorarken çok işime yaradı. Açık uçlu sorular yerine Doğramacı'ya yaptığım gibi daraltılmış, net ve kısa sorular yönelttim Özal'a. Çoğu zaman da yanıtı "evet" ya da "hayır" olacak kadar kısa yanıt vermeye zorladım.
O günlerde büyük yankı yaratan Özal'ın "Anayasayı bir kere delsek ne olur" yanıtı, Abant'taki toplantıda yönelttiğim "Yerel seçimin erkene alınması Anayasaya aykırı olmaz mı?" sorusunun ardından gelmişti. Böyle net ve kapalı uçlu sormazsam ansiklopedik hafızası olduğu için uzun uzun konuşuyor, asıl soruya yanıt vermeden geçiştiriyordu.
Aylık basın toplantılarından birinde yaşananları hiç unutamam. Özal, konuşmasını bitirdikten sonra soru-cevap bölümüne geçilmişti. Ayağa kalktım. "Sizin Nakşibendi tarikatına üye olduğunuz söyleniyor, doğru mu?" diye sordum. Özal'ın Nakşibendiliği o günlerin merak edilen konularından biriydi ama bir türlü kanıtlanamıyordu.
Özal, çok sinirlendi; basınla ilgili atıp tuttu. Sakince sözlerini bitirmesini bekledim, sonra yine ayağa kalktım. "Ben soruma cevap alamadım, evet mi hayır mı?" dedim. Yine cevap vermedi Özal. Bir kez daha gazetecilerin ne yapmaması gerektiğine dair şeyler anlattı. Sözlerini noktaladığı an bir daha ayağa fırladım. "Hayır demediğinize göre yanıtınızı evet kabul ediyorum" dedim, oturdum.Salonda derin bir sessizlik oldu…
Böyle soru sormam o günlerde gazetecilik açısından hiç de yadırgatıcı bir durum değildi. Gazetecinin en aykırı soruları sorabilmesi gerektiğine inanıyorduk. Ama tabii gazetem Cumhuriyet'ten destek almasam bu kadar rahat davranamazdım.
Gerçi Özal da o anda sinirlense de sonra sorularımı mesele yapmıyordu. AKP döneminde sıradanlaşan, gazetecinin soru sormasını engelleme ya da sorusu nedeniyle işten attırması uygulaması yoktu o yıllarda. Özal'ın hoşgörüsünden eser yok bugünün muktedirlerinde…
Özal da sonradan medya ile kavgaya girişmiş, "Babıâli'de 2.5 gazete kalacak" rüyaları görmüş, İngiltere'den Asil Nadir'i getirip medyaya sokmuş, oğluna yurtdışından yayın yapan özel televizyon kurdurmuştu. Bu yolda ilerleme sağlayamayınca da bazı yazar ve gazete yöneticilerini uçakla düzenlenen gezilerine alıp özel demeç verme yoluna gitmiş; "Uçan gazeteciler-koşan muhabirler" dönemini başlatmıştı.
Yine de bugünle kıyaslandığında gazetecilik o günlerde daha keyifliydi. Düşünüyorum da Yıldırım Akbulut'un başbakanlığı döneminde Başbakanlık merdivenlerine dizilip başımızda "Press" yazan baretlerle eylem bile yapabilmiştik. Hem de bütün medya kuruluşlarından arkadaşlar vardı o eylemde. Eylemin nedeni de koruma polislerinin bazı gazeteci arkadaşlarımızı itip kakmasıydı.
Şimdi böyle bir ortak eylemi yapacak ne gazeteci bulunabilir ne de eyleme izin verilir. Yine de belirteyim, geçmişe öykünmek için yazmadım bu satırları. Bilge insan Muzaffer İlhan Erdost ve büromuzun dost insanı Halil dedeyi geçtiğimiz günlerde kaybetmek çağrıştırdı o yılları…
* Başlık, Ahmed Arif’in “Karanfil Sokağı” şiirindeki “Hasretin nazlıdır Ankara” dizesinden uyarlanmıştır.