Eleştirel teorinin önde gelen temsilcisi Adorno'nun 1959 ve 1967 tarihli iki konuşması yakın zamanda yayımlandı (Yeni Sağ Radikalizmin Veçheleri ve Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir?, Metis Yayınları, 2020). Geçen yüzyılın ortalarında ve esas olarak Almanya'nın totalitarizm sonrası deneyiminin çeşitli veçheleri üzerine düşünmeyi içeren bu kitap, ilk bakışta pek güncel değilmiş gibi görünebilir, ancak bu çok yanıltıcı. 20. yüzyılın felaketlerine ilk elden tanık olan Adorno'nun her daim bağımsız ve eleştirel düşünme yetisini koruyan bir kamusal aydın olarak totalitarizm sonrası Alman toplumu üzerine geliştirdiği düşüncelerin bugün ne kadar bizimle birlikte olduğunu görmek zor değil.
Modern koşullarda bireyin kaderi konusunda derin bir duyarlığa sahip olan düşünür, zamanında kültürel pesimizmle hatta apolitik olmakla suçlandı. Oysa Almanya'ya döndükten sonra, toplumun en önemli sorunu olan Nazi geçmişiyle hesaplaşmanın gerçek anlamıyla yapılamamış olması konusunda yorulmak bilmeden düşündü, yazdı, konuştu. Kitaptaki ikinci metin olan "Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir?" tam da bu konuyu, geçmişle yüzleşilemediği için aşılamamış olmasını ele alıyor. Toplum, geçmişten kurtulmak ve unutmak isteği içindedir. Adorno'nun başında bulunduğu Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü'nün grup deneylerinde önemli bir kesim olup bitenlerden hiç haberleri olmadığını iddia ederken sayıca yüksek başka bir grup toplu sürgün ve kitle kıyımıyla ilgili anılarda hafifletici, yumuşatıcı ifadeler kullanmayı seçmekte, diğerleri ise "kurbanlar herhangi bir neden yaratmamış olsalardı böyle bir şey olmazdı"ya sığınmaktadır. Ama Adorno'nun yakıcı bir tespiti, "Hitler'in cinayetlerinden ona coşkuyla alkış tutanların değil, erki ele geçirmesine ses çıkarmayanların sorumlu tutulmasıdır." "Bütün bunların budalalığı, bir yaranın, ruhsal bakımdan üstesinden gelinemeyenin göstergesi"dir ve açık olan yara faşizmin ve neo-Nazizmin zeminini oluşturmaktadır: "Faşizmin hâlâ yaşıyor olması… geçmişin işlenmesinin bugüne kadar başarılamamış ve kendi karikatürüne dönüşerek yozlaşmış olmasından, faşizmi olgunlaştıran nesnel toplumsal ön koşulların hâlâ geçerli olmasından" kaynaklanmaktadır.
1967 tarihli metinde Adorno, bu konunun ele alınışına esaslı bir formalizm eleştirisi yöneltir. Demokratik oyun kurallarına uyma mecburiyeti sağ radikalizmin davranış ve söylem biçimlerinde belli bir değişim yapma mecburiyeti getirmiştir; öyle ki "sürekli hakiki demokrasiden bahsedilir ve başkaları anti - demokratik olmakla itham edilir." Soldaten Zeitung ve National-Zeitung gibi sağcı gazeteler, neo-Nazizmle mücadele yasasının müdahalesine yol açmayacak şekilde yazmak konusunda olağanüstü ustalığa erişmişlerdir ama "birkaç sayıyı art arda inceleyip de ne demek istendiğini görmemek için insanın kendini formalizm ruhuna gerçekten tamamen kaptırmış olması gerekir."
Adorno burada konjonktürün, içinde yaşanılan somut koşulların göz ardı edilmesini eleştirmekte ve "hakikati hakikatsizliğin hizmetine sokmak için kullanılan en önemli tekniğin, kendi içinde hakiki ve doğru olan gözlemlerin, bağlamından koparılarak yalıtılması" olduğu uyarısında bulunmaktadır. Eleştirinin özünü, soyut formalizmin genelleştiriciliği içinde esas önemli ve güncel içeriğin/durumun gözden kaçırılması, "formel içeriğin ötesindeki hukuk dışı ve totalitarizme açılan koşulların farkında olunmaması" oluşturuyor. Kastettiği, "niyet okumayı bilmemek" veya "öngörüsüzlük" yani geleceği okuyamamak değil bugünü, var olan durumu okuyamamak ve "demokratik oyun kuralları"nın kabulü ile mevcut durum arasındaki çelişkiyi görememek.
Bu satırları okurken aklıma ister istemez Türkiye'deki mahut anayasa referandumu ve onun etrafında dönen "yetmez ama evet" tartışmaları geliyor. Çünkü formalizm eleştirisi, yani salt içeriğe odaklanıp somut koşulları ve Adorno'nun deyişiyle yüzeydeki görünümün altında yatan "rasyonel araçlarla irrasyonel amaçlar kümelenmesi olarak özetlenebilecek bir durumu görememek", tam da "yetmez ama evet" tutumunun özünü oluşturuyordu. Ancak kastım, kesinlikle, "yetmez ama evetçilik" suçlamaları kervanına katılmak değil. Bütün bir rejim değişikliğinin vebalini bir grup aydının tavrına bağlamak da durumu en az o kadar okuyamamak çünkü. Üstelik gene Adorno'nun önemle dikkat çektiği ve bugün Türkiye'de pek yaygın olan anti-entelektüalizm eğilimini kuvvetle besleyen bir yaklaşım. Burada, eleştirenlerin dogmatizmi ile eleştirilenlerin formalizminin aynı kapıya, mevcut durumu okuyamamaya çıkması da üzerinde ayrıca durulması gereken bir diğer ilginç nokta.
Adorno, bizler için çok acıtıcı bir noktaya, geçmişin işlenmesiyle ilişkili olarak "kendi ulusunun cürümlerine dair bilginin yarattığı incinme"nin hem anıyı hatırlatanlara hem de hatırlamanın kendisine yöneltildiğine de dikkat çekiyor. Hatırlatmayı yapanlar, esas olarak özgür düşünceli entelektüellerdir ve "incinme"nin yarattığı öfke incinmenin nedenine değil, onlara yönelmektedir. Ne var ki onları suçlamak suçun hatırasını ortadan kaldırmaz, bunun için daha etkili bir yönteme ihtiyaç vardır: "Suçun kendisinin başlı başına bir kompleks, geçmişle yüklenmenin de başlı başına bir marazilik" gibi görülmesi, bizatihi hatırlamanın, belleğin yok edilmesini gerektirir. Adorno'nun konusu Almanya ve Almanların toplumsal-psikolojik eğilimleridir gerçi, ama Ermeni tehciri meselesinden 6-7 Eylül pogromuna ve Alevilere ve Kürtlere yönelik etnik kıyımlara dek Türkiye'de olup bitenlere yaklaşımın da veciz ifadesi gibi. Burada da "incinmenin yarattığı öfke ve hınç eleştirenlere yöneliyor" ve yüzleşmemenin gerekçesi yapılıyor. "İncinme", "biz çılgın Türkler"in "toplumsal narsisizmi"nin sergilenmesine yol açıyor ve "toplumsal narsisizmin temin ettiği ödüllerin arka yüzünü paranoyanın oluşturması" tespitini haklı çıkaracak biçimde toplumda komplo teorileri kol geziyor. Hep "bir başkaları" sorumlu, var olan kötülüklerden.
Adorno, sağ popülizmi anlamak için ırkçılık, anti-semitizm ve cinsiyetçilik kadar "ulus-devletçilik, kapitalizm ve ırkçılığın birbirleriyle olan bağının" önemini vurgularken faşist hareketler ile demokrasi açığı arasındaki ilişkiyi de gündeme getiriyor. Demokrasinin vaatlerini tutamamış olmasının yarattığı faşist hareketler işte tam da bu "kavramsal içeriğinin hakkını verememiş demokrasinin yara izleridir". Bu "yara izleri", bir yandan sürekli başkalarının anti-demokratikliğinden dem vurulurken herkesin demokrasi savunucusu kesilmesine ama aynı zamanda kavramın içinin tamamen boşaltılarak, bizde olduğu gibi, "bana göre demokrasi" (!) tariflerinin zuhur etmesine yol açmaktadır.
Sağ popülist radikal hareketlerde siyasetin esasını bir kitle psikolojisi tekniği olarak propagandanın oluşturması ve propagandanın hitap ettiği kitlenin de "otorite bağımlısı" olması, demokrasi açığının totalitarizme kapı açmasıyla bağdaştırılabilecek başka bir tespit. Hem dünyada hem Türkiye'de trollerin, sahte haberlerin, örgütlü yalanların, düzmece mizansenlerin (burada yakınlarda Didim Belediye başkanına yönelik "taciz" mizansenini hatırlamamak mümkün mü?) kol gezdiği ortamda teknolojinin propagandaya sunduğu yeni olanakları her an izliyoruz. Faşist propaganda, gerçekten de "dijital devrim" sayesinde bir üst düzeye çıkıyor.
"Ne için disiplin?" sorusunun sorulmadığı, disiplinin başlı başına bir amaç olarak sunulduğu, "asker gibi adam" pohpohlamalarının geçerli olduğu toplumlarda askeri olan her şeyin fetişleştirilmesi milliyetçilik söyleminin yükselişiyle el ele gidiyor. Otoriter kişilik yapısının "yalın ve somut erkle özdeşleşme eğiliminin" açık göstergesi, bu. Bu eğilim, kendisine yabancılaşmış bir toplumun ne için olduğu sorgulanmayan bir "birlik ve beraberlik" söylemiyle "bağımsız ve eşit olmayanların völksich birliği" yalanına kapılmasını kolaylaştırıyor ve güçsüzleşmiş, yabancılaşmanın soğuğuna yakalanmış insanların "ne kadar yapay ve sahte olursa olsun bir aradalığın sıcaklığını" hissetme çabasını dışa vuruyor. Adorno'nun deyişiyle ,"tekil olarak güçsüz olduklarından kendilerine ancak böyle kolektif bir güç halinde değer atfedebilenlerin kolektif erk fantezilerine" denk düşen bir hissiyat.
Bu hissiyatın başka bir dışa vurumu, "kültürel reaksiyon ve taşralaşma" eğilimi. "Dünya siyasetinin eğilimlerinin dışına savrulma"nın yol açtığı bu yaklaşım giderek daha fazla evrensel ilkelerden kopuşu, daha fazla kültürel göreciliğe düşüp "biz bize benzerciliğin" yükseltilişini, sanki dünyadan kopuk biçimde "kendi hikâyemizi yazmak" mümkünmüş gibi "yerli ve milli" taşralaşmasını getiriyor. Daha da önemlisi, kültürel "yerlilik" iddiası her zaman olduğu gibi kadınların haklarının, toplumsal cinsiyet eşitliğinin çiğnenmesi gayretini arttırıyor. Çünkü ataerkil ideolojide kadınlar kültürün esas taşıyıcıları ve simgeleri olarak görülürler; bu yüzden "yerlilik ve millilik" iddiası, en başta kadınların ve bedenlerinin toplumsal denetimini sıkılaştırmak için gerekçe olarak kullanılır. Adorno'nun, "kanıların ve ideolojilerin tam da nesnel durum nedeniyle güç kaybettikleri zaman şeytanca yüzlerini, hakiki yıkıcılıklarını ortaya çıkardıkları" tespiti ne çok şeyi açıklıyor. Ataerkil kültürel saldırının azgınlaşmasının, kadın düşmanı ve homofobik ajitasyonların yükselmesinin, tam da toplumsal cinsiyet hak eşitliğinin sağlanmaya başladığı dönemde olması gerçekten de tesadüf değil.
Adorno, sağ radikalizmin salt ideolojik ve psikolojik bir problem değil fazlasıyla gerçek ve siyasi bir problem olduğunun altını çizerken onun "özünü oluşturan somut yanlış unsurların, hakiki olmayan unsurların onu ideolojik araçlarla, yani propaganda araçlarıyla iş görmeye mecbur bıraktığını" tespit ediyor. Dolayısıyla "gerçek siyasi araçlarla yürütülen siyasi mücadelenin yanı sıra onu kendi sahasında kendisiyle yüzleştirmek" zorunlu. Ama bunu yaparken "yalana yalanla karşılık vermemek, en az onun kadar kurnaz olmaya çalışmamak, aksine aklın kati gücüyle, ideolojik olmayan hakikatle ona cevap vermek" gerekiyor. Kutuplaşmanın doruğa vardığı, linç kültürünün kol gezdiği ve propagandanın inanılmaz derecede amiyaneleştiği bir ortamda bu uyarıyı dikkate alıp iktidar söylemini yansılamamak, "aynıyla mukabele" eğilimine karşı koyabilmek uyarısı kritik önemde. Tıpkı sözünü bağlarken yaptığı uyarı gibi. Adorno, geleceği karanlık gören bir determinizmin yaratacağı teslimiyet eğilimine dikkat çekiyor: "Bu tür şeyleri peşinen doğa felaketleri olarak gören… bu düşünce biçimi, siyasal özneliğin iptaline varan bir teslimiyet barındırır, gerçeklikle seyirci konumunda kalan kötü bir ilişki kurar". Ve ekliyor: "Bu meselelerin nasıl devam edeceğinin ve devamında alacağı şeklin esas sorumluluğu son kertede bize düşmektedir." Haksız mı?