Geçtiğimiz hafta TCK 103 Affına Karşı Kadın Platformu, Türkiye çapında bir kampanya başlattı. Pandemi koşullarının kamusal alanı, iktidarın pek hoşuna gidecek şekilde, daha da daralttığı bir dönemde 300’e yakın örgütün desteğiyle 35’i aşkın merkezde kadınlar sokakta eylemli basın açıklaması yaptılar ve “İstanbul Sözleşmesini Uygulayın, Çocuğa Cinsel İstismar Affından Vazgeçin” diye haykırdılar. Bu iki sloganın birbiriyle ilişkisi üzerinde durmadan önce, Platformun eylem ve dayanışma anlayışına dikkat çekmek istiyorum. Kadınlar, inanılmaz bir emek ve çaba harcamayı göze alarak paylaşımcı ve kapsayıcı, bir demokratik dayanışma ve iş yapma pratiği gerçekleştiriyor ve üstelik sonuç alıyorlar. “İş bitiricilik ve sonuç alma” bahanesiyle “yukarıdan” yürütülen otokratik siyasi eylem anlayışının tam tersi.
Peki, İstanbul Sözleşmesi ile Çocuğa cinsel istismar affı talebi arasında nasıl bir ilişki var? TCK 103. Maddesinde değişiklik talebi 2016’da 6 AKP milletvekilinin verdiği yasa tasarısıyla gündeme geldi. Vekiller “büyük bir mağduriyet”i (“mağduriyetin” 264 kişiyi kapsadığını biliyoruz) düzeltmek adı altında kız çocuklarının erken yaşta evlendirilmesini ve tecavüzcülerin affını talep ediyorlar. Bu talebin yanı sıra toplumsal cinsiyet temelli şiddete karşı en ileri uluslararası sözleşme olan ve doğal olarak her hangi bir medeni ülkenin ilk imzacısı olmaktan onur duyacağı İstanbul Sözleşmesi aleyhinde de gerici bir kampanya başlatıldı. Kampanyanın ilk başını çekenler, “Mağdur Babalar Derneği” gibi derneklerde örgütlenmiş olan ve kadınların boşanma, velayet ve şiddete karşı korunma haklarını kullanmalarından dolayı “velayet ve nafaka mağduru” olduklarını iddia eden kocalardı. Bu kocaların, “aileyi mahvettiğini” ileri sürdükleri İstanbul Sözleşmesi’nden nefret etmeleri doğaldı. Ama bu kervana giderek başka seslerin ve nihayet bizzat devletin en yetkili ağızlarının da katıldığı görülüyor.
Örneğin AKP Genel Başkan Vekili Numan Kurtulmuş, sözleşmedeki özellikle “toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim” vurgusunun “bizim kültürümüze” uygun olmadığını söyledi ve sözleşmeden çıkılabileceğini belirtti. Sözleşmenin “bizim kültürümüze” uygun olmadığı iddiaları hemen İsmailağa Tarikatı veya İmam Hatipliler Derneği vb. çevrelerce etkili biçimde desteklendi. “Dinimize ve kültürümüze” aykırılık iddiasını dillendirenler ve sözleşmenin “aileyi mahvettiğini” öne sürenler, aynı iddiayı Polonya, Ukrayna, Macaristan gibi ülkelerdeki en dinci (Katolik) ve aşırı sağcı, totalitarizm yanlısı kesimlerin tekrarladığının ve mensup oldukları AB’nin kendi sözleşmesini feshetmesini talep ettiklerinin ne kadar farkındalar? Birbirinden kültürel ve dinsel olarak bunca farklı toplumların en gerici kesimleri arasında, erkek iktidarının sürdürülmesi ve kadınların ezilmesi konusundaki ortaklık çok şey söylüyor. Söylemek istedikleri, "Biz imtiyazlarımızı kaybetmek ve kadınlara şiddet uygulamaktan vazgeçmek istemiyoruz!”
Gerçekten de İstanbul Sözleşmesi’nin en önemli yanı, kadınlara ve çocuklara yönelik şiddete karşı devletin müdahalesini öngörmesi. Yani kadın hareketinin bütün dünyada talebi olan ve ev içini, “aile reisi erkeğin” (patriyarkın) kimsenin karışamadığı özel oyun alanı olarak kabul edilmesini değiştirmesi. Ayrıca, sözleşme “cinsel yönelim” tanımlaması yapıyor ve “tüm şiddet mağdurları”na koruma sağlıyor. İşte bu iki nokta, zurnanın zırt dediği yer. Cinsel yönelim kavramı etrafında çokça Lut kavmi anıştırmaları yapılırken kimsenin Tevrat’taki bu öykünün esas yanına, yani Lut’un öz kızlarını kapısına dayanan gözü dönmüş erkek ahaliye sunmaya hazır oluşuna dikkat çekmemesi başlı başına anlamlı. Üstelik Lut’u “kızlarının baştan çıkardığı” iddiasının da ensesti meşrulaştıran gerekçe olduğu görmezden geliniyor. Ama bu tesadüf değil.
Çünkü cennet olduğu sıkça tekrarlanan aile ve ev, çoğu kez kadınların ve çocukların cehennemidir. İçinde babanın/kocanın, yani aile reisinin tartışmasız hüküm sürdüğü yerdir. Zaman içinde yasalar değişse de bu zihniyet büyük ölçüde değişmediği için patriyarka, kadınlar ve çocuklar üzerinde mutlak hakimiyet sahibiymiş gibi algılanmaya devam ediyor. Çocuk istismarının ve ensest vakalarının yaygınlığı da (Türkiye’de şu anda 28 bin 360 çocuk istismarı davası ceza mahkemelerinde) bununla ilişkili. Özellikle Doğu Akdeniz ve Orta Doğu toplumlarında etkisini hala sürdüren kurallara göre aile reisi erkek, kadınlar ve çocuklar (eskiden bir de elbette köleler) üzerinde ölüm ve yaşam hakkına sahiptir; bu hak sahipliği içine, onlardan cinsel yararlanma hakkı da girer. (Bu konuda açıklayıcı bir kaynak, Metis yayınlarından çıkan, Germaine Tillion’un klasik eseri “Kuzenler Cumhuriyeti”dir). İslamiyet bunu yasaklamış olsa da bu alandaki “sahiplik” kuralı devam ediyor. Çünkü bu yörede eski kadın düşmanı gelenekler karşısında kazanan, dinin yumuşatıcı söylemleri değil çoğu kez gelenek oluyor.
Birkaç yıl önce, kızına yıllarca tecavüz eden bir adamın mahkemede yılışık bir sırıtmayla sarf ettiği “Siz kendi bahçenizin ağacının meyvesini yemez misiniz” cümlesi çok acıtıcı, ama maalesef her zaman bu kadar açıkça ifade edilmese de yaygın bir anlayışı yansıtıyor. Bu, “muhafazakâr dindar toplum” nutuklarıyla ya da “sapıklık”, “ruh hastalığı” teşhisleriyle üstesinden gelinecek bir durum değil. Çünkü kadına şiddetin karanlık zemini, yapısal toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve bu eşitsizlik Türkiye’de yakıcı boyutlarda. Kadın cinayetlerinin sürekli artmasının nedeni, bu. Kadınların artan intiharlarının nedeni de çoğu kez iddia edildiği gibi “Kadınların dikkat çekmek istemesi ve bunun onların doğasından kaynaklanması” değil, bu! Çocuklara yönelik cinsel istismarın nedeni, bu. İstanbul Sözleşmesi’ne düşmanlığın nedeni, bu.
Siyasi irade, kadına şiddetle gerçekten mücadeleye niyetli olmamakla kalmıyor, etkin bir geri gidiş çabası sergiliyor. Bu çabanın kılıfı da kültür ve geleneklerin, ailenin korunması oluyor. Kadınların eşitlik talebi kültürümüze, şiddeti önleyen uluslararası yasalar ve sözleşmeler “yerli ve milli” duruşa aykırı görülüyor. Kültürel ve diğer farklılıkların tanınması, elbette demokratik bir toplum açısından vazgeçilmezdir. Ancak bu, kültürün ve geleneklerin sorgulanmaması, barındırdıkları eşitsizlik ve ayrımcılıkların sorgusuz sualsiz kabul edilmesi anlamına gelmez. Kültür ve gelenek, iktidar ilişkileri barındırır ve bu ilişkiler, sözüm ona namus cinayetlerinin vb açıkça ortaya koyduğu gibi yaşadığımız toplumda genellikle kadınların aleyhine işler. Başka kültürel farklılıkları tanımakta hiç de istekli olmayan iktidarların söz konusu kadınlar oldu mu hemen kültür argümanını gündeme getirmeleri başlı başına manidardır.
Erkek egemen kültür, kadının ve bedeninin sürekli denetim altında tutulabilmesi için, onun “namusu” nun bekçiliğini erkeklere veriyor. Aslında bekçiliği yapılan, erkek iktidarından başka bir şey değil. Nitekim Milli Eğitim müfredatına bile giren “erkeğe itaat, ibadettir” cümlesinin sıkça tekrarlanması bu gerçeği olanca açıklığıyla gözler önüne seriyor. Cinsiyetçi baskıya baş kaldıran, itaat etmeyen, bağımsız davranmaya cesaret eden kadınlar; şiddet, tecavüz, cinayet ya da bunların tehdidiyle korkutulup denetlenmeye çalışılıyor. Siz istediğiniz kadar dekolte giymeyin; başınızı, her yerinizi örtün; “edepli” davranın; sokakta kahkaha filan atmayın; gece sokağa çıkmayın; itaatte kusur etmeyin gene de şiddet sizi bulabilir, buluyor Üstelik çoğu kez de evde, en yakınlarınız tarafından.
Buna karşı tek çare kadınları güçlendirmek ve cinsiyet eşitsizliğini meşrulaştıran, sürdüren her türlü uygulama ve söylemle mücadele etmek. Yani kadınların mücadelesiyle gerçekleşen kazanımları savunmak ve ilerletmek, şiddet karşıtı 6284 sayılı yasayı ve İstanbul Sözleşmesi’ni uygulamak. 70 yaşındaki erkeğin 12 yaşındaki kızla evlenmesini önlemek, tecavüz mağduru kız çocuğunu tecavüzcüsüyle evlendirmeye yeşil ışık yakmamak, çocuğa cinsel istismarı hiçbir şekilde mazur görmemek. Ne var ki böyle bir siyasi irade yok. Üstelik muhalefet partilerinin de gerçekten bilinçli ve kararlı bir karşı duruşları da yok. Kadın haklarına karşı bu çekimser duruşu Medeni Kanun değişiklikleri sırasında Meclis’teki tartışmalarda gözlemiştik. Kadınlar lehindeki medeni kanun değişikliklerinin “aileyi yıkacağını “düşünen parlamenterler sadece İslamcı partiler mensupları değildi. Ama bugün çok daha net ve keskin bir dönemeçteyiz; İstanbul Sözleşmesi düşmanlığının kapsamlı bir paket olduğunu ve bir kere yol açıldığında arkasının hiç umulmadık biçimlerde geleceğini ve herkes için eşitlik ve özgürlüğün tehlikede olduğunu herkesin fark etmesi gerekir.
Türkiye’de “ancak AKP döneminde adı olmaya başladığı” iddia edilen kadınlar, herkes için, bütün toplumun özgürlüğü ve eşitliği için 150 yıllık onurlu bir geleneğin mirasçısı olarak mücadeleye devam ediyorlar. OHAL koşullarında olduğu gibi, pandemi bahanesiyle uygulanan kısıtlamalar altında da eylem yapıyorlar ve Platform sözcülerinden Av. Hülya Gülbahar’ın ifadesiyle “264 mağdura karşı milyonlarca kız çocuğunun geleceğini” savunuyorlar. Üstelik sadece onların değil, cinsel istismara uğrayan oğlan çocuklarının, sırf ailenin dediği olsun ve babaların imtiyazı sürsün diye kendi iradeleri dışında istemedikleri kişilerle evlendirilen genç kadınların ve erkeklerin, özgürlükleri çiğnenen tüm gençlerin geleceği için mücadele ediyorlar.
Anketler Türkiye’de halkın büyük çoğunluğunun çocuk yaşta evliliği desteklemediğini ortaya koyuyor. Bu durumda “Halk istiyorsa kaldırılsın” demenin anlamı nedir? “Halk”, TCK 103 “mağduru” 264 kişi midir? Nafaka hakkı sınırlandırılsın diye CİMER’e başvuranlar mıdır? İstanbul Sözleşmesi feshedilsin talebinde bulunan tarikatlar ve dernekler midir? Eski Yunan’da halk (demos) toprak ve köle sahibi bir erkek azınlıktan ibaretti (zamanla biraz genişletilse de erkeklik niteliği hiç değişmedi!); bizde de “demos” yukarıda saydıklarımdan mı ibarettir?
Türkiye’de kadın hareketi son derece bilinçli ve cesur bir mücadele veriyor ve ittifaklarını sürekli genişletmeye çalışarak, kimseye yukarıdan bakmayarak ve dışlamayarak politik dayanışmanın benzersiz bir örneğini veriyor. Bu mücadelede umut veren bir yan, Platform dışında olan ve iktidara yakın duran kadın örgütlerinden ve çevrelerinden de, henüz çok açık ve yüksek sesle olmasa da, itirazların gelmesi. Bu konuda kadınların sağduyulu ortaklığı ve kararlı duruşu tayin edici olacak. Ama iç içe olan otoriter ve cinsiyetçi kültürel ve siyasal yapının demokrasi ve özgürlük açısından oluşturduğu tehdidi başta siyasiler olmak üzere erkeklerin görmesi ve bu konuyu “kadınlara tanınan haklar” olarak değil, kendi özgürlüklerini de güvenceye alacak bir teminat olarak kavraması gerekir. Bugün Türkiye’de dindar olsun olmasın her kesimden kadın bir yol ayrımında ve gelecek, onların uyanık davranarak haklarına ve kazanımlarına sahip çıkıp çıkmayacaklarına göre farklı şekillenecek. Ama erkekler de, özellikle demokrat ve özgürlükçü olduklarını düşünenler de bir yol ayrımında. Dolayısıyla bugün herkesin önünde duran soru, “Kadınların yazmakta olduğu tarihe katılacak mısınız?” sorusu.