İzmir depremi duygularımızı alt üst etti.
Hüzün gözyaşları, sevinç gözyaşlarına karıştı.
Elif bebeğin 65 saat sonra kurtarılması, kurtarıcısının başparmağına kilitlediği o minik eli görüp de gözyaşı dökmeyen yoktur. Keza Ayda bebeğin 91 saat sonra tebessüm ederek enkazdan çıkarılması, köfte ve ayran istemesine sevinçten ağlamayan var mıdır?
Elif bebek için sevinç gözyaşları dökerken, 7 yaşındaki abisi Umut’un öldüğünü hatırlayıp hüzün gözyaşı dökmeyen, Ayda bebek için sevinçlere boğulup da "annesi de yaşasaydı" diye hüzünlenmeyen var mıdır?
Gece gündüz demeden, hayatlarını riske atarak, o enkazı elleriyle kazıyan, can kurtaran, kurtardıkları bebekleri öpen, ağlayan, sevinçten konuşamayan, farklı siyasi otoritelere bağlı arama-kurtarma ekipleri, itfaiyeciler, madencilerin ortak hüzün ve sevinçlerine duygulanmayan var mıdır? Onlara gece gündüz yiyecek, battaniye taşıyan, evsiz kalanlara evlerini açan, "annesini kaybetmiş veya annesi emziremeyen bebekleri emzirebilirim" diye adres duyuran İzmirlilerin verdiği insanlık ve danışma dersini takdir etmeyen var mıdır?
Evet, İzmir depremindeki kurtuluşlar, ölümler, insanlık görüntüleri, dayanışma duygularımızı alt üst etti.
Elif bebeğin kurtarıcısının başparmağına yapışmış eli İzmir depreminin simgesi oldu. Yaşama tutunmanın, depremden günler sonra sağ çıkmanın umuduna dönüştü.
Benzeri duyguları 1999 büyük Marmara depreminde de, ardından gelen Düzce Kaynaşlı depreminde de, Van depreminde de, Elazığ depreminde de yaşamıştık.
Türkiye bir deprem ülkesi. Önemli olan hiç olmazsa bundan sonra depremlerde bu kadar ağır tabloyla karşılaşmamak, bu kadar can kaybı yaşamamak.
Elif bebeğe, onun kurtaran itfaiyecinin başparmağına sarılmış minik eline sevinirken, bir bebeğe bunlara yaşatanın ne olduğunu sorgulamalıyız. Hem de ciddi biçimde.
O kadar ciddi biçimde sorgulamalı ve sorumluları ortaya çıkarmalıyız ki, Türkiye’de insan hayatının değerinin Japonya’daki kadar önemli olduğunu kabul ettirmeli, onun gereklerini yaptırmalı, siyaset, inşaat ve ticaret kültürünü değiştirmeliyiz.
Bizi deprem değil insan hayatına değer vermeyen kültürümüz öldürüyor.
Örneğin siyaset kültürümüz, siyaset yapma biçimimiz.
Henüz sorumlu olduğu alanda kamu ihmali, hatası ve kastının yol açtığı facialar nedeniyle istifa eden bir bakanımız yok.
Siyasetçilerimiz inşaat işlerine nasıl bakıyor?
Eşe dosta verilmiş müteahhitlik karneleri ve kayırmacı ihalelerle oluşmuş bir inşaat kültürümüz var. Malzemeden çalan müteahhit, rüşvet alıp onu görmeyen kontrol görevlileri, depreme dayanaklı bir zeminde yapılacağını bildiği halde projeye onay veren yetkili. Gerekli koşullara sahip olmadığını bile bile imar ve iskan izni veren bürokrasi. Ve bu çark içinde dönen rüşvet. Derme çatma gecekondularda yaşayan halkımıza sağlıklı konutlar yapacağına, tapu tahsis belgesi vererek oy toplayan siyasi kültürümüz var.
Bu çarka göz yumduğu gibi ara sıra imar affı çıkararak oy ve para toplama peşinde koşan bir siyaset kültürü.
Depremde bizi bu kültür öldürüyor.
Hukukumuza göre çok ağır sorumluluğu, hatta 5 yıl boyunca kusursuz sorumluluğu bulunmasına rağmen bizde inşaat müteahhitliği kadar kolay kazanılan bir meslek yok.
Herkes müteahhit olabiliyor.
Siyasette veya bürokraside sırtını yaslayacak biri, birileri varsa herkes inşaat işi alabiliyor. İnşaatı kafasına göre yapabiliyor.
Etkili bir denetim mekanizması yok, var olan da rüşvetle aşılıyor.
Elbette bütün müteahhitleri aynı kefeye koymak doğru değil. Mutlaka işlerini doğru dürüst yapan firmalar da var.
Ancak, bu sektörün nasıl çürüdüğünü en iyi anlatan, Türkiye’nin önde gelen inşaat gruplarından birinin başında olan Ali Ağaoğlu, gerçeği Referans gazetesinden meslektaşımız Ayten Güvenkaya’ya şu sözlerle itiraf etmişti:
"Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. İstanbul konut inşaat sektörünü en iyi bilen isimlerden biri olarak söylüyorum ki mevcut yapı stoğunun yüzde 70'i deprem açısından güvenli değil. 1970'li yıllarda İstanbul'un Anadolu yakasında yapılan yapıların büyük bir kısmına inşaat malzemesini ben sattım. Kumları Marmara Denizi'nden, demirleri hurdadan çektik. O zamanın şartlarında en iyi malzeme buydu. Sadece biz değil tüm firmalar aynı şeyi yapıyordu. Deprem olursa İstanbul'a ordu bile giremez, ölen şanslıdır." İnşaat kültürümüz maalesef bu…
Deprem değil bizi bu inşaat kültürü öldürüyor.
Ticaret kültürümüz de inşaat kültürümüzden farklı değil.
Malzemeden çalarak, en az maliyetle, insanların hayatını riske atarak yapılan evler yüzde 110 ve üzerinde bir kâr oranıyla satılıyor vatandaşa.
Yap-sat ve kaç kültürü…
Ticaret kültürümüz ununla da kalmıyor.
Dükkan, mağaza, galeri açacağı binanın altında kolonları kesen, kolonları oyup içinden su borusu geçirerek ticarethane açan bir ticaret kültürümüz var.
Yan yatmış binaların çoğunun altında kolonları kesilmiş, beton duvarları yıkılıp cam duvarlarla vitrin yapılmış iş yerleri var.
Depremde ağlayıp sevinen ama hesap sormayan, bir dahaki depreme kadar konuyu unutan bir kültürümüz var.
Deprem değil bizi bu kültür öldürüyor.