Türkiye’de “devlet malı deniz yemeyen domuz” diye bir özdeyiş vardır. Devletten haksız kazanç sağlayanlar ile devlet malını rüşvet karşılığı peşkeş çekenleri eleştirmek için kullanır. Devlet dairesinden “DMO” (Devlet Malzeme Ofisi) damgası taşıyan bir kurşun kalem ve birkaç dosya kağıdı götürenler için de kullanılır, ihaleyle aldığı inşaatı malzemeden çalarak ihale şartnamesine aykırı yapıp, milyonlarca liralık haksız istihkak alanlar için de.
Yerli yerinde bir eleştiri özdeyişidir bu…
Devlet malına bu gözle bakanlar olduğu gibi ona gözü gibi bakıp, kutsal sayanlar ve kendi malından daha iyi koruyan memurlar da vardır. Aslında Türkiye’nin devlet terbiyesi ikincisini gerektirir. O kadar ki, devlet malına zarar vermek hâlâ ağır suçtur.
Devlet malını bu şekilde koruyan ve davranışlarıyla örnek olan sıradan memurlar olduğu gibi ünlü devlet adamları da vardır. Rahmetli Bülent Ecevit gibi…
Kurduğu ve kurumsallaştırdığı yapıya bakıldığında malını en iyi koruyan devletlerden biri Türkiye Cumhuriyeti’dir. Denetim organları Cumhuriyet’ten eski bir devlettir Türkiye Cumhuriyeti.
Maliye Bakanlığı denetim organları, Sayıştay, Danıştay gibi ömrü 1,5 asra varan kurumların temel görevlerinden biri devlet malını korumaktır.
Devlet malını yemek o kadar kolay bir iş değildir.
Örneğin eskiden Maliye Bakanlığı bünyesinde olan, sonraki düzenlemelerle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na devredilen “Milli Emlak Genel Müdürlüğü” devlet malını korumaktan ve denetlemekten birinci derecede sorumlu bir kurumdur. Bir kariyer meslek olan “Milli Emlak Kontrolörleri” eski Türkiye’de Hazine’ye kayıtlı tüm binaların nasıl yönetildiğini ve korunduğunu denetler, her bina hakkında rapor hazırlarlardı. Devlet binasına zarar verildiğini saptarlarsa, sorumlularını cezalandırırlardı. Bu sistem hâlâ eskisi gibi işlevsel biçimde yürüyor mu emin değilim.
Keza yine ömrü 1,5 asra varan Sayıştay, TBMM adına devletin gelir ve giderini denetlemenin yanında, taşınır-taşınmaz tüm devlet malının (ayniyat) denetimini her yıl yapar; devlet malından bir eksilme, kayıp var mı yok mu denetlerdi. O kadar ki yurt dışında bir büyükelçiliğin mutfağında devlet malı olan çatalların bile sayısında azalma var mı yok mu diye sayım yapardı. Eksiklik varsa sorumlusundan tazmin edilirdi.
Kamu ihaleleri tek tek incelenir, hukuka uygun verilip verilmedikleri denetlenirdi. Kamu işi alan müteahhidin işi nasıl yaptığı da her aşamada denetlenirdi. İnşaat kalitesi ile şartnamede aranan kalite karşılaştırılır, arada fark varsa müteahhide ödenen paradan kesilir, suç oluşturan bir işlem söz konusu ise konu yargıya intikal ettirilir, söz konusu müteahhit devlet ihalelerine girmekten men edilirdi.
Eski Türkiye olsaydı, öyle, ‘devlet malını verdim gitti, tahsis ettim gitti, kiraladım gitti” diye işlem yapılamaz; yapılan işlem kılı kırk yararak denetlenir, hukuka aykırı bir yönü varsa iptal edilirdi.
Bırakın eşine, dostuna, kardeşine, çocuğuna ihale vermeyi veya devlet görevlisi olarak atamayı, o ihaleyi yapan kurumun yöneticileri ve ihale komisyonu üyelerinin üçüncü dereceye kadar akrabaları kapıdan bile geçirilmezdi.
Bunlar eski Türkiye’de devlet malının ne kadar değerli olduğunu ve devlet malı yemenin de ne kadar zor olduğunu gösterirdi.
Oysa son dönemdeki uygulamalar devlet malının şirket malları gibi yönetildiğini, alınıp satıldığını gösteriyor. Belediye başkanlarının 10 ayrı belediye şirketinden maaş aldıklarını; kendilerini, eşlerini, akrabalarını yönettikleri kurumda işe aldıklarını öğreniyoruz.
Keza, devletin hele tarihi değeri olan binalarını gözü gibi koruyan devletin, bu bina veya arazileri siyasi yakınlık içinde oldukları özel kuruluşlara, genellikle 49 yıllığına ve çok ucuza kiraladıklarını, tahsis ettiklerini görüyoruz.
Örneğin Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın kurucusu ve geliştiricisi olduğu Medipol Vakıf Üniversitesi’ne tarihi Ankara Garı’nın yanındaki TCDD Misafirhanesi binasının verilmesi gibi. Keza aynı vakıf üniversitesine Atatürk’ün en değerli miraslarından biri olan Atatürk Orman Çiftliği’nden 555 bin metrekare arazi tahsis edilmesi gibi…
Yeni Türkiye, devlet hizmeti anlayışını değiştirip, yeni sistemde özel sektörden bakanlar atadı. Amaç, özel sektör deneyimi olan bu kişilerin devleti de aynı yetenekle yönetmeleriydi. ABD’deki sisteme özenmenin bir sonucu, devlet hizmetinden gelenlerin değil özel sektörden gelenlerin, devleti kendi şirketi gibi çok güzel yöneteceklerine olan inançtı.
Bu nedenle özel hastanesi ve vakıf üniversitesi olan Sağlık Bakanı, özel okulları olanı Milli Eğitim Bakanı, turizm işletmeleri olanı Turizm Bakanı yaptılar.
Ortaya çıkan ilk uygulamalar Turizm Bakanı’nın eski şirketinin kaçak yapılarına, otellerine imar affından yararlanarak ruhsat alması, Türkiye sahillerinin değil, turizmde rakip olduğumuz Yunanistan adalarının reklamının yapılması, Sağlık Bakanı’nın vakıf üniversitesine de devlet malı tarihi bina ve Atatürk Orman Çiftliği gibi en kıymetli yerden arazi tahsis edilmesi oldu.
Oysa onlardan beklenen, özel sektördeki başarılarını devlete taşıyıp, devleti güçlendirip zengin etmeleriydi.
Onlar ise kağıt üstünde yönetimini bıraktıkları eski şirketlerini zengin etmeye devam ettiler.
Eski Türkiye ile yeni Türkiye arasında bir de “devlet malı” farkı çıktı.