Neoliberalizm işi o noktaya vardırdı ki artık özel sektör de ordu kurabiliyor ve ihalesini aldığı devlet adına savaşa giriyor.
Devletlerin orduları arasında ulusal çıkar, ulusal güvenlik adına yapılan savaş, 21. yüzyılda özel sektörün at koşturduğu bir iş alanı haline geldi.
Dünya, örneğini, Irak’ta ABD’li şirket Blackwater "şirket" askerlerinde görmüştü. "Paralı askerleri" organize eden şirketler "savaş girişimcisi" olarak "kâr" elde eden holdinglere dönüştü.
Türkiye’de SADAT (Uluslararası Savunma ve Danışmanlık Şirketi) adında bir şirket var. Sahibi emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi. Aynı zamanda Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın danışmanları arasında bulunan Tanrıverdi’nin şirketi SADAT, silahlı birlik kurmadıklarını, sadece eğitim verdiklerini ve danışmanlık yaptıklarını açıklamıştı.
Paralı asker şirketleri süper güçlerin işine gelen bir kamuflaj işlevi de görüyor. Örneğin ABD, "Irak’ta veya Suriye’de şu kadar ABD askeri var" diye açıklıyor ki, bu sayı 1000 askeri zor buluyor. Ama Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, ABD’nin şirketlerine bağlı "sivil ordu" mensubu binlerce ABD askerinin Suriye’de bulunduğunu açıklıyor.
Özel sektör orduları, devletlerin elini rahatlatıyor.
Bu holding askerlerinin uluslararası savaş hukukuna tabi olup olmadıkları açık tartışmalı bir konu.
Özellikle güçlü devletlerin resmi askerlerinin yanı sıra, özel sektör ordusuyla girdikleri ülkelerde çok daha fazla güç bulundurma ve uluslararası ilişkiler ve hukuk açısından hedef olmaktan kurtulma ve savaşı "vekâleten" yürütme olanağı bulunuyor.
Bu yolla Irak ve Suriye’ye giren ABD yönetimindeki şirket askerlerinin bu ülkelerin parçalanmasında nasıl rol oynadıkları görüldü. Bu şirketler üzerinden radikal grupların nasıl eğitilip donatıldıkları, nasıl terör örgütlerine dönüştürüldükleri, o ülkeleri nasıl istikrarsız hale getirip kan gölüne çevirdikleri biliniyor.
Oysa savaş, önlenmesi gereken, en son başvurulacak yöntem olduğu halde, savaşları önlemek, sorunları diplomasi yoluyla çözmek için var olan Birleşmiş Milletler başta olmak üzere hiçbir uluslararası hukuk kurumu bu uygulamayı durdurmak için etkili bir tepki vermiyor, girişimde bulunmuyor, karar üretmiyor.
İnsan hayatı bu şirketlerin elinde ticari malzeme haline gelmiş durumda.
Türkiye, baştan hatalı kurduğu Suriye politikasının sonucu olarak Esad’ı devirmek amacıyla önce Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) eğitim ve donatımını yaparak destek oldu. Sonra Suriye Milli Ordusu (SMO) adı verilen bu birlikler TSK ile birlikte Suriye’de harekâtlara katıldılar.
Bu, Türkiye’nin devlet politikası olarak belirlediği bir gelişmeydi. Şirket işi değildi. Ankara bugün SMO’yu desteklemeyi sürdürüyor.
Suriye sorunu tüm ağırlığıyla devam ederken şimdi de Libya sorunu ortaya çıktı.
Türkiye’nin bu aşamada çok dikkatli olması gerekiyor. Suriye’de büyük ölçüde etkisiz hâle gelen radikal dinci gruplara mensup savaşçılar İdlib bölgesinde sıkışıp kaldılar. Rusya ve Suriye bu grupları İdlib içinde etkisiz kılmayı istiyor. Türkiye ise sivil ölümler riski nedeniyle karşı çıkıyor.
Böyle bir ortamda bu grupların bir şekilde İdlib’den çıkıp Libya’da bu kez Hafter güçlerine karşı savaşmaya gitmeleri bir olasılık olarak gündeme gelmiş durumda.
Türkiye Batı dünyası tarafından bu grupların hamisi gibi gösterilmeye çalışılıyor. Süreç içinde radikal grupların faaliyetleri nedeniyle Türkiye’nin suçlanması veya sorumlu tutulması olasılığına karşı Ankara çok hassas hareket etmek zorunda.
Türkiye, Atatürk’ün "yurtta barış, dünyada barış" ana ilkesinden uzaklaşmadan, "Orta Doğu’da Arap ülkeleri arasındaki çatışmalarda tarafsız kalması ve bu ülkelerin iç işlerine karışmaması" vasiyetini unutmamalıdır.
Ankara, son yıllarda izlediği dış politika bir ideolojiye yaslandığı için hemen hemen tüm komşularıyla anlaşmazlığa düşmüş durumdadır.
Türkiye dış politikasını yeniden kurmalıdır.