Türkiye, aldığı kararlarla yarattığı ağır sorunların çözümü yönünde bir milim ilerleyebilmiş değil.
Olduğu yerde dönüp duruyor.
Önemli kararlar alırken önünü arkasını hesaplamadığı için her karar yeni sorunlar doğuruyor ve ülke sorunlar yumağına dönüşüyor.
İktidar, yol açtığı sorunlarda kendisinin sorumluluğu olduğu kabul etmiyor. Sorunların gerçek nedenini inkâr ediyor. Nedenleri ortadan kaldıracak politikalar izleyeceği yerde, göz boyamayı, zaman kazanmayı tercih ediyor.
İktidarın bu politikasının somut örneklerinden biri S-400 konusu.
Türkiye'nin Rusya'dan ne amaçla S-400 aldığı ve neden kullanmadığı sorularına henüz bir yanıt verilebilmiş değil.
S-400 alınırken Türkiye'nin yüksek irtifa hava savunma sistemine ihtiyacı olduğu vurgulanmıştı. ABD'nin Patriot satmadığı, Türkiye'nin de bu nedenle S-400 aldığı belirtilmişti.
Böyle bir karar alınırken ABD'nin ve NATO'nun buna itiraz edeceği herhalde düşünülmüştür. Türkiye'nin ulusal çıkarları, ulusal savunması açısından bir fayda-maliyet analizi yapılmış olmalıdır. ABD'nin tepkisine rağmen S-400 alındığına göre Türkiye'nin elde edeceği faydanın, ABD ile arayı bozmanın doğuracağı maliyetten çok daha yüksek olduğuna karar verilmiş olmalı. Keza, "ABD şöyle yaparsa, Türkiye de böyle yapar" diye B, C planlarının da yapılmış olması gerekir.
Bu varsayımlar devlet aklı ve mekanizmasının normal işlediği düşünülerek yapılmış varsayımlar.
Böyle çok önemli bir karardan sonra beklenilen, Türkiye'nin ulusal ihtiyaç dediği S-400'leri çalıştırıp, ülke savunmasında devreye almasıydı. Nitekim, S-400'lerin Nisan 2020'de aktif hale getirileceği açıklanmıştı. Ancak, S-400'ler hâlâ devreye alınmış değil.
Madem ulusal savunma için çok önemli bir ihtiyaçtı neden çalıştırılmıyor?
Eğer çok önemli bir ihtiyaç söz konusu değilse S-400'ler neden alındı? Ülkenin ekonomik krizde olduğu dönemde 2,5 milyar dolar neden harcandı?
ABD'nin Türkiye'nin S-400 almasını CAATSA yaptırımlarıyla karşılamasına dönük olarak Türkiye'nin kınama dışında bir karşı hamlesi olmadı.
ABD, CAATSA yaptırımlarının kaldırılması için net koşullar koydu. Türkiye, S-400'lerden vazgeçecek, elden çıkaracak, yeni alımlar yapmayacak.
Türkiye bu kararları, egemenlik hakkına müdahale olarak değerlendirdi. O halde Türkiye'nin, ulusal ihtiyaç dediği S-400'leri çalıştırması beklenir. Ama Ankara'da öyle bir irade görünmüyor. Aksine ABD ile uzlaşma arayışları var. Böyle bir uzlaşma ancak S-400'lerin, Yunanistan'ın S-300'lerde yaptığı gibi, hangara kaldırılması ve 2,5 milyar doların çöpe atılması ile sağlanabilir.
Türkiye'nin "hangar" formülüyle çözüm araması, S-400'ler konusunda arkasında duramayacağı bir karar aldığını gösteriyor.
ABD'ye, "S-400'leri ulusal güvenlik ihtiyacımız için aldım ve kullanıma açıyorum" diyemiyor ve aynı yerde dönüp duruyor.
Aynı durum demokrasi ve yargı alanında da yaşanıyor.
Ülke kaynaklarının, dolar üzerinden, hazine garantisiyle belli şirketlere ihale edilen altyapı yatırımlarına harcanması, Merkez Bankası döviz rezervinin doların belli bir kurda tutulması uğrana tüketilmesi ekonomik krizi derinleştirdi.
Buradan çıkmak için ekonomi yönetimi değiştirildi ve hukuk reformu yapılarak yargıya güvenin sağlanacağı ve yabancı yatırımcıların Türkiye'ye yatırım yapmak için yarışacağı ilân edildi.
Türkiye hukuk reformu beklerken, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ölümle tehdit edildi, yargı henüz harekete geçmedi. MHP, HDP'lileri "itlaf edilmesi gereken haşere" ilân etti ve bir daha açılmamak üzere kapatılmasını talep etti. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala'nın serbest bırakılmasıyla ilgili olarak "yargı böyle bir karar almaz" dedi.
Cumhurbaşkanı'nın tercihi bu yönde olsa gerek düşüncesiyle, İstanbul Başsavcılığı'ndan HSK tarafından Yargıtay üyeliğine seçilen İrfan Fidan, Yargıtay'daki görevine başlamadan, atandığı ceza dairesinde herhangi bir dosyanın kapağını açmadan, Yargıtay üyeleri tarafından en çok oyu alarak Anayasa Mahkemesi üyeliği adaylığına seçildi. Cumhurbaşkanı, üç aday arasından Fidan'ı Anayasa Mahkemesi üyeliğine atayacak. Yüksek yargı organı olarak Yargıtay'ın üyeleri, en kıdemli üyeyi seçme geleneğini bir yana bırakıp henüz Yargıtay'da işine başlamamış, en kıdemsiz üyeyi seçtiler. "Acaba neye göre seçtiler" sorusunun yanıtı çok açık.
Hukuk alanında yaşananlar bunlarken, Türkiye'de gerçekten köklü bir hukuk reformu beklemenin bir anlamı var mı? Yok.