Yargı bağımsızlığı demokrasinin güvencelerinden biridir.
Her rejimde yargı vardır ama bağımsız yargı sadece demokrasilerde bulunur. Tıpkı bağımsız medya gibi…
Bu iki kurum, kuvvetler ayrılığı ilkesine göre çalışmıyorsa, o ülkede demokrasiden söz etmek mümkün değildir.
Türkiye hem yargı hem de basın özgürlüğü bakımından çok ciddi sorunlar yaşıyor.
Düşünün ki, yazı yazmak, karikatür çizmekten başka bir işi olmayan eski Cumhuriyet çalışanı meslektaşlarımız cezaevinde…
Söyleyecekleri haber değeri taşıyan eski bir başbakan haber televizyonlarında programlara çıkamıyor. YouTube üzerinden yayın yapan internet kanalından görüşlerini açıklayabiliyor.
Bu, bir zamanlar yüksek yargı kararları uluslararası alanda örnek gösterilen Türk yargısı için de 70 yıllık demokrasimiz ve basınımız için de çok ciddi bir anomalidir.
Yargının, siyasi iktidara veya bir başka güç odağına bağımlı hale gelmesinin ülkenin başına ne gibi sonuçlar açacağını bedelini ağır bir şekilde ödeyerek öğrendik.
FETÖ’nün yüksek yargıyı ele geçirdiği 12 Eylül 2010 referandumundan sonra yaşananlar, bir hain darbe girişimine kadar vardı.
Bu süreçte muhalif siyasiler, genelkurmay başkanı dahil generaller ve çeşitli rütbede subaylar, gazeteciler, yazarlar, sanatçılar ve aydınlar, hiçbir somut delile dayanmayan iddianamelerle yıllarca cezaevinde yattılar. Hâlâ cezaevinde olanlar var.
Hukuk garabetlerinden biri eski Cumhuriyet çalışanı arkadaşlarımızdan 5 yıldan daha fazla ceza alan meslektaşlarımızın Yargıtay’a başvurma hakları bulunduğu için sonucu dışarda beklemeleri, buna karşın 5 yıldan daha az ceza alan meslektaşlarımızın, istinaf mahkemesi kararıyla, Yargıtay’a başvuramadan cezaevine girmeleriydi.
Bir davanın böyle bölünmüş olması dünyaya da izah edilebilecek bir durum değildi.
Nitekim iç ve dış kamuoyundan gelen baskı üzerine Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün hazırladığı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın büyük bir sunuşla açıkladığı yargı reformu taslağında bu garip uygulamanın kaldırılacağı beklentisi doğdu.
Ancak Meclis, bu paketin yasalaştırılmasını beklemeden iktidar cephesinin kararıyla tatile girdi. Bunun anlamı, başta meslektaşlarımız olmak üzere bu düzenlemeden yararlanacak olanlara, “biraz daha cezaevinde yatın, biz tatil sonrasında bakarız” mesajından başka bir şey değildi.
CHP başta olmak üzere muhalefetin Meclis’i açık tutma ve bu düzenlemeyi yasalaştırma taleplerine iktidar kulaklarını tıkadı ve tatile çıktı.
Umutlar yeniden sönmüşken Yargıtay Başsavcılığı’ndan haber geldi. Başsavcılık, Cumhuriyet davasında 5 yıldan fazla ceza alan meslektaşlarımızın beraatini istemişti. Ayrıca bozma kararının, 5 yıldan az ceza alan ve halen cezaevinde olan meslektaşlarımızı da kapsaması isteniyordu.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Cumhuriyet davasından yargılanan ve 2 yıla yakın cezaevinde kalan meslektaşlarımıza yöneltilen suçlamaların hiçbirinin delillendirilmediği sonucuna varmıştı. Öz olarak meslektaşlarımızın ve gazete yöneticilerinin faaliyetlerinin gazetecilik ve ifade özgürlüğü kapsamında olduğu sonucuna varıldığı için de beraatleri isteniyordu.
Başsavcılığın tebliğnamesi incelendiğinde ortaya konulan görüş, basın ve ifade özgürlüğünü genişleten, AİHM kararlarına uyan bir yaklaşım olduğu görülüyor. Tabii bunun bir diğer anlamı Cumhuriyet davasının da siyasi nitelik taşıyan bir kumpas davası olduğudur.
Türkiye’de yargı bağımsızlığının sağlanması en öncelikli sorundur.
Bakalım Yargıtay, Başsavcılığın gerekçeleri ve beraat talebini hangi yönde karara bağlayacak.
Bu karar yargı ve basın özgürlüğü açısından büyük önem taşıyacak.