Almanya Başbakanı Merkel, Brüksel’e gitmeden önce bir kez daha Almanya’nın çıkarlarını gözeteceğinin altını çizdi. Tartışmalı geçecek zirvede Avrupa demokrasisi de sınavda
Geçen hafta Berlin’deki başbakanlık binasında Alman medyasının tabiriyle, aynı “Türk pazarında” olduğu gibi sıkı bir pazarlık yapıldı. Pazarlık konusu, Başbakan Angela Merkel’ın mimarı olduğu AB Mali Birlik Paktı ve yarım trilyonluk kalıcı kurtarma fonu yani Avrupa Stratejik Mekanizması ESM. Pakt ve ESM Cuma günü, Brüksel’deki zirvenin ikinci gününde hem Federal hem de Eyalet Temsilciler Meclisi’nde oylanacak. Geçen hafta ana muhalefet partileri Merkel’i destekleyeceklerine dair söz vermişlerdi, hafta sonu da eyalet hükümetleri, daha sıkı tasarruf etmeyi ön gören paktı kabul edeceklerini açıkladılar. Ancak bu pazarlıklar Merkel hükümetine epey pahalıya mal oldu. Muhalefet partileri oyları karşılığında en kısa zamanda mali işlem vergisi uygulanmasını, büyümeyi arttırmak için de Avrupa Yatırım Bankası’ndan 180 Miyar euroluk kredi sözü alınmasını istediler. Eyalet hükümetleri de bazı sosyal harcamaların yüz milyonlarca euroluk bir kısmının federal hükümet tarafından üstlenmesi konusunda Merkel’i ikna etti.
Sadece Almanya değil, Avrupa çapında oryantal bir pazarlık kültürü hakim değil mi? Geçen Cuma Roma’da yapılan dörtlü zirvede de Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, 130 milyar euroluk yatırım yani büyüme programını kaptı. Roma’da hazırlanan ve yarın başlayacak AB zirvesinde onaylanacak taslak metne göre, Euro ülkeleri, işverenlerin kredi alımını kolaylaştırmak ve yatırımların geleceği olan alanlara yöneltilmesi konusunda garanti veriyor. Bunun Merkel’in sıkı tasarruf politikasına karşı Hollande’ın eline tutuşturulmuş bir oyuncak olduğu, bu sayede hem seçmen hem de yatırımcıların ağzına bir parmak bal çalındığı aşikar. Pek çok uzman büyüme programının konjonktüre etkisinin neredeyse sıfır olduğu konusunda hemfikir. Der Spiegel dergisi programı ve handikaplarını üç noktada şöyle özetlemiş:
1 - AB yapısal fonlarının bugüne kadar optimal dağıtılmadığından yola çıkan hükümetler, fonun 2012 yılın için ayrılan kısmından arta kalanın gençler arasındaki işsizlikle mücadele amacıyla kullanılmasını, 55 milyar euroluk kısmının da 2013 yılında harcanmasını ön görüyorlar. Yapısal fonlar çoktan dağıtıldığı için fondan yararlanan ülkeler destekleyeceği projeleri yeniden gözden geçirecekler hepsi bu. Yani ek bir para akmadığı için konjonktürü fazlaca etkilemeyeceği meydanda.
2 - Avrupa Merkez Bankası’nın sermayesi 10 milyar daha arttırılacak ve özel sektöre önümüzdeki dört yıl içinde 60 milyarlık kredi verilecek. Tabii özel sektör krizle boğuşan ülkelerdeki projelere talip olursa. Ayrıca Avrupa Merkez Bankası’ndan da söz konusu para akışına, kredilerin geri ödenme riski büyük olduğu için karşı çatlak sesler çıkmaya başladı bile.
3 - Avrupa’daki alt yapı yatırımları için kredi alan özel sektöre 1 milyar euroya kadar AB bütçesinden garanti verilecek. Yine ek bir para akışı olmadığı gibi makul bir proje bulmak da pek kolay olmayacak.
Dolayısıyla, büyüme programının ekonomik değil siyasi bir karar olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ayrıca Merkel’in Mali Birlik Paktı, altına imza atan ülkeleri borç sınırlamasıyla yasal olarak yükümlü kılarken Hollande’ın “Büyüme Paktı”, ülkeler arası bir sözleşme değil, sadece önümüzdeki zirve sonuç bildirgesinde bir ekten ibaret olacak. Bu Almanya’nın Fransa’nın gönlü olsun diye bulduğu ilk afaki çözüm değil. 1997’de de muhafazakar Almanya Başbakanı Helmut Kohl’ün Euro İstikrar Paktı’na karşılık Fransız meslektaşı sosyalist Lionel Jospin, Büyüme ve İstihdam kararı ile yetinmişti. Avrupa zirvesinde yarın yine ipler Almanya Başbakanı Angela Merkel’in elinde olacak.
Merkel kesin konuştu
Avrupa Komisyonu Başkanı Herman Van Rompuy’nin üye ülkelere yolladığı zirve programı özetle Brüksel’in ulusal bütçelere müdahalesini, ortak kredi başvurusu yapabilmeyi, bankaların denetiminin ortaklaşa organize edilmesini hatta uzun vadede bir AB maliye bakanı atanmasını ön görüyor. Programı eleştiren ülkeler olduğu gibi savunan ülkeler de var. Alman hükümetini programda en çok rahatsız eden cümle “ Orta vadede Mali Birlik Paktı’nın bir parçası olarak ortak tahvil çıkarmanın faydaları araştırılabilir” oldu. Bu da belli bir bütçe istikrarı sağlandıktan sonra devlet borçlarının ortak borç haline dönüşmesi anlamına geliyor. Başbakan Angela Merkel, zirve öncesinde çok kesin konuştu ve “yaşadığım sürece ortak tahvil ihracına ve ortak borç sorumluluğuna izin vermeyeceğim” dedi. Merkel’ın bu denli açık ve kararlı konuşmasının ardında Federal Anayasa Mahkemesi’nin tutumu önemli bir rol oynuyor.
Mahkeme, geçen hafta Cumhurbaşkanı Joachim Gauck’u uyararak, Mali Birlik Paktı ve Avrupa İstikrar Mekanizması iki mecliste de kabul edildikten sonra hemen imzalamamasını istedi. Çünkü başta sol partiden olmak üzere pek çok milletvekili meclis kararını Anayasa Mahkemesi’ne götüreceğini önceden beyan etmişti. Mahkemenin bu şikayetleri değerlendirmek için zamana ihtiyacı olacak. Bu durumda zaten onaylanan paketlerin planlandığı gibi 1 Temmuzda yürürlüğe girmesi mümkün görünmüyor. Aslında Alman Anayasası’na göre bütçe hakkı ulusaldır ve ancak halkın onayı doğrultusunda Brüksel’in ya da başka bir Birliğin müdahalesine izin verilebilir. Mahkeme Avrupa İstikrar Mekanizması ile sınırlarını sonuna kadar kullanmış oldu. Merkel’in “asla” dediği Avrupa ortak tahvil ihracı da bir başka ülkenin Alman bütçe harcamalarının sınırını aşmasına olanak sağlayacağı, yani demokratik hakkın ulusal düzeyde uygulanmasını engelleyeceği için anayasa ile çelişiyor. Yani Federal Anayasa Mahkemesi, bir de buna göz yumamayacak. Zaten mahkeme Merkel hükümetine daha önce Alman askerlerinin uluslar arası müdahalelere katılması, Alman bankalarının kurtarılması gibi konularda da taviz vermişti. Sol parti milletvekillerinin söylediği gibi aslında Almanya’da bir anlamda Anayasaya karşı sessiz bir darbe yaşanıyor. Bu nedenle Federal Maliye Bakanı Wolfgang Schaeuble artık AB konusunda Almanya’da da bir referandum yapılması gerektiğinin altını çizerek, halkın dikkatini darbeden uzaklaştırmayı denedi. Almanya’da 1957’den bu yana halkoylamasına baş vurulmuyor olması da ilginç.
Merkel hükümeti, Euro krizinden nemalanan ekonomisine rağmen hem iç hem de dış siyasette sıkışmış durumda. Sadece siyasetçilerden değil iş dünyasından da oluşan felaket tellalları Euro’nun ve AB’nin çökmesi durumunda her gün başka bir öngörüde bulunuyorlar. Hollanda Bankası ING, Euro birliği bozulursa iki yıl içinde en az birer trilyon yıllık zarar edileceğini iddia etti. Asıl Alman Maliye Bakanlığı’nın bilançosu ağır. İstihdam rüyasının biteceğine dikkat çeken bakanlık ardı ardına banka ve işletmelerin iflas edeceğini, işsiz sayısının beş milyona çıkacağını tahmin ediyor. ABD’li finans spekülatörü George Soros da der Spiegel dergisine verdiği röportajda Almanya’nın emperyalist bir güç olmak istiyorsa, ikinci dünya savaşından sonra Amerika’nın yaptığı gibi elini cebine atması gerektiğini ve bir Marshall planı hazırlamasını önerdi. Bu gidişle Almanya’nın nefret edilen bir ülke olacağı uyarısında da bulunan Soros, Merkel hükümetinin elindeki fırsatları görmeyerek tarihi bir hata yaptığının altını çizdi.
Sol eğilimli der Freitag adlı haftalık gazetenin yayıncısı Jacb Augstein ise Almanya’nın bir başka açıdan tarihi bir hata yaptığını düşünüyor. “Avrupa Weimar. Almanlar Weimar’ın yıkılmasına izin verdi ve sonucu felaket oldu. Avrupa’nın yıkılması bundan daha az bir felaket getirmeyecektir” diyen Augstein, demokrasinin tehlikede olduğunu ve yıkılan demokrasiden sonra ne geleceğini kimsenin bilmediğini yazıyor. Önümüzdeki iki gün içinde başta Angela Merkel olmak üzere AB liderleri ve bürokratlarının sadece euroyu değil demokrasiyi kurtarmak için de çetin bir mücadele vereceği kesin. Almanya Başbakanı Merkel zirveye gitmeden önce yaptığı hükümet açıklamasında, Brüksel’de tartışmalı bir iki gün geçirmeyi beklediğini söyledi. Yani Almanların tabiriyle Türk pazarında olduğu gibi yine eller sıkılacak ve anlaşmaya varana kadar sallanacak. Evinde Anayasayı hiçe sayarak demokrasi günahı işleyen Merkel, kılıçları kuşandı Avrupa’yı kurtarmaya gidiyor. Zirveden nasıl bir sonuç çıkarsa çıksın, Katolik ve Batılı erkeklerin kurduğu AB’nin kaderinin bugün Doğulu ve Protestan bir kadının elinde olması ilginç. Bu karını maksimize etmek için sosyal hakları daha fazla tırpanlamaya yeminli sermayenin, din, dil, ırk ve cinsiyet tanımadığının resmidir, yeter ki kendisi için savaşacak birilerini bulsun.