Irak Alman dış politikasını bir yol ayrımına getirdi. Savaş karşıtı bir Almanya’ya veda edebiliriz ya da Almanya dünya barışında başı çekebilir. Ama ne acıdır ki, savaş tellallığına önce en pasifist bildiğimiz Yeşiller ve Sol Parti teşne. Hoş ağır toplarından Gregor Gysi’nin açıkça Kürtleri silahlandıralım demesi üzerine Sol Parti içinden sert eleştiriler geldi ama laf ağızdan çıktı bir kere. Yeşiller Partisi eş başkanlarından Cem Özdemir ise, ABD’nin Irak’a havadan müdahale etmesi ve silah göndermesini öyle bir övdü ki, bundan Kürtlere silah göndermek taraftarı olduğunu anlamamak için aptal olmak gerek. Özdemir’in yarım ağızla söylediğini daha doğrusu cesaret edemediğini partinin eski liderlerinden ve eski dışişleri bakanı Joschka Fischer dile getirdi. Bild dam Sonntag gazetesine, “Kürtlere, yardım etmek görevimiz o yüzden daha çok silah göndermeliyiz” diyen Fischer, IŞİD’in Almanya’yı da tehlikeye attığını da savundu. Fischer, Kuzey Irak’ın gelecekte önemli bir rol üstleneceğini hatırlatarak, Almanya’nın bir an önce cesur Fransızlar, İngilizler ve Çeklere katılmasını istedi. Bu açıklamalar karşısında 22 yıl önce vefat eden Yeşillerin kurucularından Petra Kelly’nin mezarda kemikleri sızlıyordur eminim.
Hükümet partileri ise Kürtlerin silahlandırılması konusunda bir aşağı bir yukarı adeta tahterevalli oynuyorlar. Bir bakıyorsunuz, başbakan, savunma bakanı ve dışişleri bakanı ağız birliği etmişcesine Irak’a yardım konusunda sınırları zorlamak gerektiğini savunurken, bir bakıyorsunuz, yardımın sadece insani ya da savunmaya yarayacak araç gereçle sınırlı olması gerektiğini söylüyorlar. Ülkesinde cesurca sözler sarf eden Dışişleri Bakanı Frank Walter Steinmeier, cumartesi yaptığı hızlı Irak ziyareti sırasında silah sevkiyatına dair tek bir söz etmedi. Oysa mültecilerle kare kare fotoğraflar çektirerek boy gösteren Steinmeier’den Kuzey Irak yönetimi resmen silah istedi. Almanya’nın Kürtlere silah göndermek konusunda biri dikkate alınabilir diğeri vitrinlik iki önemli gerekçesi var. İlki, çoğu muhafazakar siyasetçilerin üzerinde durduğu gibi kriz bölgesine yollanan silahların IŞİD örneğinde olduğu gibi yanlış ellere düşme endişesi. İkincisi ise, Kürtlerin Alman değil, Rus tipi silahlar ile eğitilmiş olması. Bu nedenle Fransa ve İngiltere dışındaki AB ülkeleri Doğu Avrupa’dan medet umuyorlar. Bu bir yandan hem Doğu Avrupa ülkelerinin elindeki Rus tipi silahların tükenmesi ve yeni talep doğmasına hem de buradan Rus izlerinin silinmesine neden olması açısından akıllıca düşünülmüş bir çözüm. Ama bence Alman siyasetçilerin dillendirmekten korktukları en önemli neden Alman dış politikasının ikinci dünya savaşından bu yana sürdürdüğü, sürdürmeye çalıştığı, NATO kararı olmadığı sürece savaşlardan uzak kalma geleneği.
Bakalım hangi Alman politikacı kendinde bu cesareti bulacak ve Almanya’yı resmen savaşçı bir ülke haline getirmek için ilk adımı atacak. Bunun hem pratikte hem de sözde ilk denemeleri çoktandır yapılıyor. Bu yılın başında düzenlenen uluslar arası Münih Güvenlik Konferansı’nda söz alan Alman cumhurbaşkanı, savunma bakanı ve dışişleri bakanı Almanya’nın dünya politikasında daha fazla söz sahibi olması gerektiğini söyleyerek, bunun için gerekirse Federal Ordu’nun dış müdahalelere iştirak edebileceği imasında bulundular. Cumhurbaşkanı Joachim Gauck, görevine başladığı günlerden bu yana fırsat buldukça bunun propagandasını yapmaktan da kaçınmıyor. Kendisi bir din adamı olan Gauck’a göre, bazen şiddeti şiddetle sona erdirmek gerekiyor. Özgürlük ve refahı, devletlerin ve demokrasinin görevi olarak görenleri eleştiren Gauck, insanın gerektiği zaman bu değerler için canını ortaya koymasının şart olduğunu savunuyor. Özetle Alman siyasetçiler, uluslar arası alanda daha fazla güç kullanmak yani Amerikanlılaşmak için halktan daha çok vatanseverlik ve milliyetçilik bekliyor.
Alman pasifizmi sözde değil, pratikte de kuralları deldi. Almanya 1990 yılından bu yana kriz bölgelerine “barışı devam ettirmek” ya da “barışı güvence altına almak” amacıyla asker gönderiyor. 1990’da birleşmenin adından başlayan tartışmalarda muhafazakarlar ordunun dış görevlerde yer almasının ateşli savunucusuyken, sosyal demokratlar ve Yeşiller buna karşı çıkıyordu. 1992 yılında sosyal demokratlar, 1998’de de onlarla iktidara gelen Yeşiller bu fikirlerinden vazgeçtiler. 1994 yılında Federal Anayasa Mahkemesi, Alman silahlı kuvvetlerinin yurt dışında NATO ve BM çerçevesinde görev yapmasına izin verdi. 1998 yılında Alman Hava Kuvvetleri’ni Kosova’ya gönderen Sosyal Demokrat -Yeşiller hükümeti oldu. Bunun Anayasaya aykırı olup olmadığı çok tartışıldı ama sonunda “insani bir müdahale” olduğuna karar kılınarak haklı çıkarıldı. 2001 yılından bu yana Federal Ordu, “Terörle Mücadele Koalisyonu” çerçevesinde de operasyon komutanlığı da yapıyor. 2002 yılında Afganistan’a asker gönderilmesine izin veren Schröder hükümeti, Amerika’nın Irak’ı işgaline “hayır” diyerek yeniden savaş karşıtı pozisyonuna sığındı. Afganistan’a asker göndermeyi Taliban’ın kontrol altına alındığını, Alman askerlerin alt yapı yardımı yapacağını gerekçe gösteren dönemin başbakanı Gerhard Schröder, Irak müdahalesini işgal olarak değerlendirip, “Almanya’yı bir maceraya sürükleyemem” demişti. Üç yıl önce muhafazakar başbakan Angela Merkel hükümeti de Libya müdahalesine çekimser kaldı.
Almanya’da , insan haklarının çiğnendiği bilinen ya da diktatörlerce yönetilen kriz bölgelerine silah ihraç edilmesine başbakan, başbakan yardımcısı, adalet, savunma, ticaret, içişleri, dışişleri, kalkınmadan ve başbakanlıktan sorumlu bakanlardan oluşan Federal Güvenlik Konseyi karar veriyor. Konseyin kararları da toplantı günleri de, alınan sonuçlar da belli bir süre gizli tutuluyor. Federal Meclis’in de Eyalet Temsilciler Meclisi’nin de karar üzerinde bir yetkisi yok, tamamen yürütmeye bırakılmış bir yetki bu. Eskiden karar oy birliği ile alınırken, şimdi oy çokluğuna başvuruluyor. Dolayısıyla kriz bölgelerine silah ihraç etmeme ilkesi de deliniyor. Örneğin Almanya’nın PKK ve Ordu arasındaki çatışmalar sürerken Türkiye’ye Leopar tipi tank satışına karşı özellikle Yeşiller tarafından yapılan protestolar artık tarih oldu. Merkel hükümeti çıkan birkaç muhalif sese kulak asmayıp milyonlarca Euroluk ağır silahları Suudi Arabistan ya da Katar’a satmakta hiç sakınca görmüyor. BM, “Gazze’de katliam var” dese de Almanya, nükleer silah uyumlu deniz altılarını İsrail’e yollamaktan çekinmiyor. AKP hükümetinin IŞİD’i desteklediği iddiaları varken, Türkiye’ye tank satışı durdurulmuyor. Tunus, Libya, Mısır ya da Suriye’de “Made in German” damgalı kaç silah ve mühimmat var dersiniz? Almanya, ABD ve Rusya’dan sonra dünyada silah ihraç eden üçüncü büyük ülke. Sadece 2005-2009 yılları arasında Almanya silah ihracatını ikiye katladı. Geçen yılki satışından 6 Milyar Euro kazanç sağlayan Almanya, bir önceki yıla oranla ihracatını %24 arttırdı. 11 Eylül saldırılarından bu yana canlanan silah piyasasından Almanya ziyadesiyle payını alıyor. Bu nedenle hükümetin Kürtleri silahlandırmak istemesine şaşmamak gerek. Muhalefetin bu denli silahlanma çığırtkanlığı yapmasıysa hayret verici.
Elbette, işlenen bir katliama karşı kayıtsız kalmamak gerekir. Elbette kötü ve iyiyi birbirinden ayırıp, iyinin yanında durmak şart. Ama yakın tarihte yaşadıklarımız, “iyi niyetle” muhaliflere yollanan silahların kötünün eline kolayca düştüğünü bize göstermedi mi? Ya da şiddetin şiddetle sona ermediğini… Amerika daha kaç ülkeyi işgal edecek ve daha kaç şeytan yaratacak ve Avrupa buna ağzı sulanarak bakacak. Avrupalı muhafazakarların iktidar hırsıyla ve Hıristiyan değerlerini korumak zannıyla savaş ve şiddet çığırtkanlığı yapmaları çoğumuza garip gelmiyor, hatta sosyal demokratların bile. Ya çevreciler ve solculara ne demeli? Amerikan başkanı Obama’yı savunayım derken savaş tellalı olmaları tarihin en büyük yanılgısıdır. 11 Eylülden sonra yarattığı düşmanla savaşan ABD’ye yaklaşmak, onun akıldan ve nesnel eleştiriden uzak düşmanına da yaklaşmak demektir. Barış getiren en büyük sivil toplumu diye nitelendirilen AB, barışı sadece kendisi için istemekten vazgeçmezse eşikte ya da pusu da bekleyen aşırı dincilerin ayağına dolanması kaçınılmazdır.
Eğer Almanya gerçekten dünya siyasetinde söz sahibi olmak istiyorsa buna “barış araştırmaları” ndan başlasın. Irak gösterdi ki, Almanya artık ellili yıllardan kalma savaştan uzak durma refleksini yitiriyor. Ama onun yerine pekala savaşa girmek değil, barıştan uzak kalmamak refleksi geliştirebilir. Bunun için yeterince kurum ve kuruluşu, bilim insanı ve siyasetçisini içinde barındırıyor. Barışa 30 Milyon, savaşa 30 Milyar Euro harcayan Almanya için bunu tersine çevirip savaşın değil, barışın haklılığını tartışma vakti gelmedi mi? İşe insani yardımları üçe beşe katlayıp, kapılarını şiddetten kaçanlara açmakla başlayabilir. Uyan eski dünya ver der Spiegel yazarı Jacob Augstein’ın dediği gibi, “Barışı istiyorsan barışa hazırlan”.