Dünyanın iki süper gücünün, liderini bu kadar yakın tarihlerde seçiyor olması ilginç bir tesadüf. Bu tesadüf iki ayrı siyasi sistemin farkı ve geleceği konusunda kafa açısından önemli. Mesela Amerika‘da seçim süreci ne kadar gözler önünde oluyorsa, Çin de o kadar gizli tutuluyor. Amerika’da lider adayları kamuoyu önünde duello ederken, Çin’de kulisler kapalı kapılar ardında yapılıyor. Amerika’da kimin başkan olacağına yönelik tahminler kamuoyu yoklamaları tarafından ortaya atılırken, Çin’de iktidara geleceklerin kimliğini Komunist Parti belirlediğinden neredeyse beş yıl öncesinden biliniyor. Amerika’da başkan önemli, Çin’de ise Komunist Parti’nin yönetici kadrosu. Amerika’da halk sandık başına giderek iktidarı belirliyor, Çin’de bir hafta süren parti kongresinde 82 milyon partili tarafından belirlenen 2268 delege 24 kişilik Politbüro ile Çin’in en önemli organı olan 9 kişilik Daimi Komisyon‘nu seçiyor. Amerika’da halk, adaylarla ilgili her türlü yorumu yapabiliyor ama, 1,3 Milyar Çinli internette bile görüş bildiremiyor. Amerikalılar enformasyon bombardımanıyla karşıkarşıya, Çin’de bilgi taşır diye kuş uçurulmuyor.
Devlet kapitalizmi ve vahşi kapitalizm ile bu sistemlerin belirlediği iki siyasi kültür arasındaki farklardan daha uzun bir liste yapabiliriz. Ancak farklardan çok bu iki sistemin, birbiriyle nasıl bir ilişki içinde olduğu ve olacağı şimdilik daha önemli. Çin’de Amerikan seçimleri hiç bu kadar ilgiyle izlenmemiş, Amerika, hatta dünya gündeminde Çin’deki iktidar değişikliği hiç bu kadar geniş yer tutmamıştı. Amerika’daki seçim propagandaları sırasında Mitt Romney ve Barack Obama‘nın Çin ile ilgili sarfettiği sert sözlerin Çin’deki yansıması maalesef olumlu olmadı. Amerika’da iktidara Obama’nın gelmesi, Çin’in Waşington‘dan daha bağımsız bir siyaset izleyeceği gerçeğini değiştirmeyecek gibi görünüyor. Yani Çin ABD’deki demokrasiyi kopyalamak yerine kendi yolunu kendi bulmak yönünde ilerleyecek. ABD’deki seçimin ardından Çin dışişleri bakanlığından iki ülke arasındaki ilişkilerin olumlu gelişeceğine dair bir açıklama yapıldı, Çinli liderler hatta devlet başkanı olması kesin gözüken Xi Jinping bile Obama’yı resmi olarak kutladı lakin Çin’in Amerikan politikasının değişeceğinin işaretleri çoktan verilmişti.
Amerikan başkanı Obama bugüne kadarki siyasetini yürütmek istese bile Amerika’yı yakından tanıyan Xi Jinping’in yeni bir perspektif sergilemesi kaçınılmaz. Bir kere Xi, iç politikadaki baskılar yüzünden dış politikada daha kendinden emin bir tavır sergileyecektir. Son on yılda Çin’in dünyanın ikinci büyük bir ekonomi haline gelmesi de Xi’yi uluslar arası siyasette daha etkili ve yetkili olma olanağı sağlıyor. Japonya ile yaşanan adalar krizi bunun en yakın örneklerinden biri. Ayrıca Çinliler hammadde açlığını gidermek için dünyanın her köşesinde ortaklıklar kuruyorlar. Çin’in yeni lideri Xi, Çin’in Amerika’dan ekonomik beklentilerini de en aza indirgemekte şimdilik kararlı. Evet ekonomik olarak birbirlerine yakın ilişkideler hatta bağımlı görünüyorlar, Amerikalı işverenler Çin’de mal üretiyor, Çin ürünleri Amerika’da satılıyor, Çin önemli bir miktarda ABD Dolarını elinde tutuyor ve Amerikan devlet tahvilleri satın alıyor ama hoşnutsuzlukları da büyüyor. Çin faizlerin düşük tutulmasına, Amerika’da Çin’in maliyetler yüzünden Yen kurunu alt seviyede bırakmasına fena halde bozuluyor.
Açıkçası ABD, Çin Halk Cumhuriyeti’nin dünya üzerinde etkili olmasını istemiyor, Çin de bunu görüyor. Amerika’nın savunma siyasetinin merkezini, bir yıl önce Ortadoğu’dan Asya Pasifik bölgesine kaydırması ve daha etkili ve modern silah sistemi geliştirmesi de bu yüzden. Amerika daha önce pek ilgilenmediği Filipinler, Tayland ve Endonezya’yı da Japonya, Güney Kore ve Avusturalya gibi stratejik ortak ortak ilan etti. Kendini tehdit altında hisseden Çin ise, buna savunma yatırımlarını arttırarak karşılık veriyor. Nükleer silahlı denizaltılardan oluşan ek saldırı kapasitesi inşaa etmenin yanısıra Çin’in yeni bir savaş jeti geliştirdiği söylentileri bile var. Çin nükleer olarak silahlanmaya devam eden tek klasik nükleer güç. Daha dün Amerikalı uzmanlar, Çin’in denizaltılarını iki yıl içinde nükleer füzelerle donatacağını iddia eden bir rapor yayınladılar. Raporda Çin’in artık söz konusu silahları sembolik olarak değil kullanım amaçlı tutacağı da ifade ediliyor. Alman haber kanalı n-tv bu haberi „Çin ve ABD savaşıyor“ başlığıyla verdi.
Kongre için hazırlanan bu raporun ne kadar doğru bilgi içerdiği bilinmiyor ancak ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da iki ülke arasındaki gerginliğin altını çizmişti. Çin ziyareri sırasında yaptığı konuşmada iki ulusun tarihte hiç yaşanmayan bir ilişki biçimi denediğini söyleyen Clinton, „Bu yerleşik bir süper güç ile süper olma yönünde ilerleyen bir güç karşı karşıya gelirse ne olur sorusuna verilecek yanıt olacaktır" demişti. Clinton yanılıyor. Yunan tarihçi Thukydides’in „Peleponez Savaşının Tarihi“ adlı kitabında anlattıklarına bakarsak MÖ 400’lü yılların başında İsparta ve Atina arasındaki ilişki de Çin ve ABD’ninkini andırıyor. İsparta Ege denizinde sağlam ortaklıkları olan bir güçken Atina giderek büyümeye ve diğer şehir devletleri ile iyi ilişkiler kurmaya başladı. Ve Thukydides’in „bu tür bir gelişme eninde sonunda savaşla biter“ ön görüsü haklı çıktı.
Alman der Spiegel dergisinin tarih yazarı Theodor Kissel ise Atina ve İsparta arasındaki savaşı anlatırken da şöyle diyor: „Gücün parıltısından kör oldular. Atinalılar tek iktidar olmak için İspartalılarla savaşa girdiler. Bu kardeşler arası savaş aslında iki ayrı sistem ve anlayışın arasındaki mücadeleydi. Bundan kendimize nasıl bir ders çıkarabiliriz? Bazen kazanan ve kaybeden yoktur, sadece kaybedenler vardır.“ İyi ki tarih tekerrürden ibaret değil!