Bu satırları Dikili’de balkonumda Ege denizini ve Midilli adasını seyrederek yazıyorum. Buzlu limonatam içimi, denizden esen meltem dışımı ferahlatıyor. Eh bunu hak ettim sanırım. Üç haftayı aşkın bir süredir, eski bir arabanın içinde her gün bir başka kente, bazen de başka bir ülkeye gidiyordum. Hem de bazı kurallara uymaya çalışarak. Ralli’nin Ortadoğu’ya kadarki bütün etaplarını sizinle paylaşmaya çalıştım, sıra finalde.
Ralli’nin Ortadoğu etabının benim için en ilgi çekici etabı olduğunu söyleyebilirim. Bugüne kadar görmediğim iki ülke ve iki farklı kültüre tanık oldum. Suriye’de savaş var, otomobillerle nasıl Ortadoğu’ya geçtiniz? Diye soracaksınız tabii, haklısınız. Otomobilleri Mersin limanından feribota yükledik, biz Adana’dan Tel Aviv’e uçtuk ve Hayfa limanından otomobillerimizi teslim alarak Ürdün’e doğru yola çıktık. İsrail, o güne kadar geçtiğimiz istikamette en soğuk karşılandığımız ülke oldu. Bir kere Hayfa limanında neredeyse bir gün boyunca bekledik. İki yüz elli araba birden değil tabii, sadece üç araba. Bizi neden beklettiklerini söylemediler, ancak daha önce de benzer bir muamele ile karşı karşıya kalan arkadaşlarımın dediğine göre, otomobillerin üzerindeki T.C. Büyükelçiliği amblemi ve Türk bayrakları bunda önemli bir rol oynuyor. Hakikaten daha sonra bizim kafiledeki diğer otomobillere baktım sadece üçünde Türk bayrağı vardı. Gerçi biz Türklerin alınganlıkta üstüne yoktur. Hem de siyasi konularda. Ancak, şu da bir gerçek ki, hangi ülkeden geçersek geçelim, sokaklarda da insanlar bize ilgi gösterdiler, el salladılar, alkışladılar, sorular sordular. İsrail’de halk bile bize donuk ve şüpheli gözlerle baktı. Queens of Peace yani Barışın Kraliçeleri takımından arda kalan tek İsrailli rallicinin, bize yakın seyahat etmesi de pek işe yaramadı.
Hayfa limanından otomobillerimizi, ayak direme ve biraz da tehditle aldıktan sonra Kudüs’e geçtik. İsrail ovalara değil, olması gerektiği gibi tepelere kurulan şehir, kasaba ve köylerden oluşuyor. Dikkat ettim binalar çok katlı olmadığı gibi, çok renkli de değil. Kudüs’ün restore edilmiş eski kent merkezinde sokakları dünya markalarının şık küçük butikleri süslüyor. İngiliz mimarisinin etkileri de çok yakından hissediliyor Kudüs’te, o bakımdan ben biraz Lefkoşa’ya benzettim. Aynı sarı taşlar, aynı tarz evler… Kudüs’te kipalı, lüle saçlı İsrailliler kadar Müslüman olduğu her halinde belli olan vatandaşlara da rastlıyorsunuz. Varlıklı bir kent Kudüs, sadece maddi değil, manevi açıdan da varlıklı. 1204 sinagog, 158 kilise ve 73 cami bulunan Kudüs’ün asıl özelliği üç din için kutsal sayılması. Bu yüzden paylaşılamıyor ya. Mescid-i El Aksa’nın bulunduğu Tapınak Dağı’na geldiğinizde bunu çok daha açık seçik görüyorsunuz. Dinler birbiriyle kaynaşmamış, aksine sınırları derinleştirmiş Kudüs’te.
Tapınak Dağı’na, bizim kapalı çarşıyı andıran bir alış veriş semtinden geçiyorsunuz. Tıpkı kapalı çarşı gibi burası da satıcıların çığırtkanlığı, turistlerin meraklı telaşıyla cıvıl cıvıl. Camiye girebilmek için bir İsrailli bir de Filistinli askerlerin güvenlik kontrolünden geçmeniz gerekiyor. Hatta Filistinliler size ufak bir dini test bile uyguluyorlar. Müslüman değilseniz her zaman El Aksa camiini ziyaret edemiyorsunuz. Müslüman iseniz de kelimeyi şehadet getirebilmeli hatta gerekirse bazı duaları okuyabilmelisiniz. Hatta camiyi gezerken güvenlik sizi durdurup pekala Müslüman olup olmadığınızı test edebilir. El Aksa hakikaten etkileyici bir ibadethane… Hep kubbesi altın renkli olanı Mescidi Aksa sanırdım ben meğer o Kubbet-üs Sahra imiş. Hazreti Ömer’in namaz kıldığı bu ve İslam mimarisinin ilk kubbeli eserlerinden olan bu ibadethane Sultan Süleyman tarafından da tamir edilmiş.
Mescid-i Aksa ise dış görünüş itibarı ile Kubbet-üs Sahra’dan daha sade. Mescid-i Aksa, Arapça'da "en uzak cami" anlamına geliyormuş. Hicret'in ikinci yılına kadar Müslümanlar namazlarını Mescid-i Aksa’ya doğru, onu kıble kabul ederek kılarlarmış. Tahmin edildiği gibi ibadethanenin içinde kadınlar ayrı erkekler ayrı yerde ibadet ediyorlar. Arap erkeklerinden bazıları sere serpe yayılmış şekerleme yapıyorlar. Kadınlar, bana girişte verilen etek ve eşarptan olsa gerek yabancı olduğumu hemen anlayıverdiler. Çat pat öğrendiğim Arapça ile kendimi tanıtıp, Türkiye’den geldiğimi söylediğimde tepkileri aynı oldu. Hemen ya “Habibi Erdoğan” dediler ya da “Polat Alemdar”. İkisi de aynı ünü yapmış Araplar arasında. Benim için kuran okuyup dua ettikten sonra kadınlar elimden tutup peygamberimizin ayak izinin olduğu küçük mağaraya götürdüler. Mescid-i El Aksa her gün dünyanın dört bir yanından gelen ve Hazreti Muhammet’in cennete Kudüs’ten yükseldiğine inanan Müslümanlarla dolup taşıyormuş.
Yine Tapınak Dağı’nda El Aksa camiinden çıkar çıkmaz az ötede Yahudiler için kutsal olan ağlama duvarı var. Daha doğrusu duvar ve Mescid-i Aksa’ya komşu. İkinci Tapınağın bir kalıntısı olan Ağlama Duvarı, Yahudiler için Kutsalların Kutsalı Tapınak Dağından sonra ikinci en kutsal alan. Öyle ki Yahudiler kıyamet koptuktan sonra da Büyük Tapınak’ın tekrar burada aynı inşa olacağına inanıyorlar. Ağlama duvarına da ancak örtünerek yaklaşabiliyorsunuz. Kadınlar ve erkekler tıpkı Mescid-i Aksa’daki gibi ayrı yerlerde dua ediyorlar. Kağıtlara yazılan dua ve dilekler taşların arasına sıkıştırılıyor. Yahudilerin dua edip, ibadetlerini yerine getirdikten sonra geri geri yürüdüklerini fark ettim. Öğrendiğim kadarıyla duvara arkanızı dönmek ayıp sayılıyormuş. Yahudiler de dua ederken Kudüs’e, Tapınak Dağı’na dönerlermiş. Kudüs Hıristiyanlar için de İsa’nın hayatındaki öneminden dolayı kutsal sayılır. Doğumundan sonra hemen Kudüs’e getirilen İsa’nın İkinci Tapınağı temizlediği anlatılıyor. Ayrıca İsa’nın son akşam yemeğini Kudüs’te yediğine inanılıyor. Bu kadar kutsal olan bir yerin bu kadar çok çatışmaya gebe olduğunu düşününce dünyadaki asıl kavganın inanç kavgası olduğunu fark ediyorsunuz. Mescid-i Aksa’nın yeşil devasa kapıları saldırı izleriyle dolu.
Kudüs’ü daha fazla gezmeye vaktimiz olmuyor ve Filistin topraklarını neredeyse hiç görmeden Ürdün’e geçiyoruz. İsrailliler çıkarken de bizi saatlerce bekletiyorlar. Ürdünlüler ise neredeyse sizi kucaklayarak karşılıyorlar. “Ehlen ve Sahlen” en çok duyduğunuz sözler oluyor. Her selamlamanıza da aynı sözlerle yanıt veriyorlar. Ehlen ve Sahlen, “ehlinzin, yakınlarınızın arasındasınız, artık düz ve güvenli bir zeminde yürüyebilirsiniz” anlamına geliyormuş. İsrail’den sonra hakikaten bu güven ve dostluk duygusu insana iyi geliyor. Ürdün, rallinin son durağı. Ralliciler getirdikleri bütün armağanlarını Amman’daki çocuk müzesinde bulunan dilek duvarının önüne bıraktılar. Duvarın önünde küçük bir hediye tepeciği oluştu. Rallicilerin bazıları ise Suriyeli mültecilerin barındığı kamplara bizzat götürdüler yardım malzemelerini. Ürdün-Alman üniversitesini ziyaret ettikten sonra ralliciler bir de Amman’da dostluk maçı yaptılar.
Spor aslında bir erkek eğlencesi olan rallide önemli bir yer teşkil ediyor. Bu yüzden sanırım rallicilerin, şaşırtıcı olarak da benim, en zevk aldığımız kesim, çölde araba kullanmak oldu. Yüzümüzü sadece gözümüz açık kalacak şekilde kapattıktan sonra, çölde alabildiğince gaz verdik, virajlar aldık ve tozu dumana kattık. Herkes çocuklar gibi şendi. Çünkü araba kullanma ustalığı da gerektiren tam da çocuksu bir oyundu bu. Zaten eski olan otomobillerin bazıları yolda kaldı, tamiri yapıldı yine de yola devam edildi. Çölden çıktığımızda üzerimize sinen kumdan tanınmaz haldeydik. Ürdün taşlar ve çöller ülkesi. Nasıl Ege kıyılarında yeşilin her tonuna tanık olduysak burada da kahverenginin her tonunu gördük. Arada bir karşımıza çıkan palmiye ağaçları bizi şaşırtsa da kurak dağlar, yıpranmış kayalar hakimdi bütün doğaya. Dağların çok vartalar atlattığı, çok çile çektiği, güneşe ve rüzgara çok sık göğüs gerdiği her halinden belli oluyor. Çöl doğasında bir de şaşırtan bir sessizlik var. Taşın ve kumun sessizliği bu ve insanı adeta büyülüyor. Yeşilden yoksun bu ülkede yoksulluk da kaçınılmaz.
Amman’ı bırakıp Lut gölü kenarında bize ayrılan otele adeta ışık hızıyla gittik. Ralliciler üç hafta boyunca arabalarında ve çadırlarında ya da ucuz otellerde kaldıktan sonra kendilerini ödüllendirmek istiyor besbelli. Ancak Lut Gölü’ndeki tatil mabedi, böyle bir zenginlik beklemediğimizden bizi tam anlamıyla şoke etti. Sadece beş yıldızlı lüks otellerin bulunduğu bir yer burası. Hani bir şişe su satın almak isterseniz bir bakkal ya da market bulmanız mümkün değil. Bütün harcamalarınızı fiyatların tavan yaptığı otellerde yapıyorsunuz. Ne yalan söyleyeyim, şöyle bir suya dalmanın mümkün olmadığı Lut gölüne girmek de benim çok hoşuma gitmedi. Aslında rallinin ruhuna aykırı bir mekandı burası. Ama 500 kişiyi aynı anda barındıracak bir yer de bulmak kolay değil. Rallinin sonucunun açıklanacağı final partisi için de ideal. Ralliyi bu yıl da seçici kurulun hiç tahmin etmediği bir takım Getriebesand kazandı. Almanya’nın farklı kentlerinden gelen altı kişilik Getriebesand takımı tabii ki ödül olarak bir deve kazandı, ancak takımın bu deveyi evine götürüp götürmediğini bilmiyoruz. Bugüne kadar sadece bir takım bunu yapmış, diğerleri ise deveyi bedevi bir aileye bağışlamış.
Algaeu Doğu Batı Dostluk ve Barış Rallisi en hızlı olanın kazandığı bir ralli değil. Önemli olan rallicilere ralli başlamadan önce verilen Roadmap, yani kılavuz kitapçıkta yazan ödevleri en iyi şekilde yerine getirmek ve kurallara harfiyyen uymak. Mesela ola kii otoyol kullandınız hemen diskalifiye oluyorsunuz. Tarihi yerlerde fotoğraf çektirmek, rallinin başladığı Oberstaufen kasabasında verilen malzemeleri sahiplerine iletmek gibi kurallar ve ödevler bunlar. Ayrıca Roadbook da bir takım sorular var, bunlara da doğru yanıt vermek gerekiyor. Rallinin asıl amacı, yardım. Lut gölünde bırakılan 250 ye yakın otomobil, parçalara ayrılıp satılacak ve elde edilen gelir, işitme özürlü çocukların ameliyatı için kullanılacak. Ürdünlülerin bu konuda son derece titiz davrandıklarına tanık oldum. Ameliyatlara başlandı bile. Sponsorlarla finanse edilen ralli bazıları için geçim ya da eğlence kaynağı olsa da ruhunda yardımlaşma olduğu kesin. Takımların arabalarında taşıdıkları yardım malzemeleri saymakla bitmez. Federal ordunun 20 yıl dayanabilen kumanyasından, yıl boyunca elde örülen kazak ve ceketlere, bilgisayardan, müzik aletlerine, spor malzemelerinden tekerlekli sandalyeye kadar aklınıza gelebilecek her türlü destek düşünülmüş.
Katılımcıların, disiplin, sabır, direnç ve azla yetinme duygularını geliştirmeye de yarayan rallide paylaşabilmek en önemli meziyet. Kimsenin başlangıçta gerçek olacağına inanmadığı bir rüyanın ürünü olan Allgaeu Doğu Batı Dostluk rallisi 10. yılını çoktan doldurdu bile. Daha nice on yıllara diyor ve bana onlarla olma şansı verdikleri için herkese teşekkür ediyorum. Gerçekten bir zevk, hayatta en az bir kez yapılması gereken bir etkinlik bu. Üç hafta sürdü ama üç ay gibi dolu dolu geçti. Zaman ve mekanı unuttum. Siyasetten ekonomiye günlük hayatın bütün gailelerini de. Türkiye’de seçim vardı değil mi? Hay Allah, keşke ralli devam etseydi. Hoş geldin realite! Herkes için hayırlı olsun!