Nerede kalmıştık? Ralli öyle bir hızla ilerliyor ki, inanın bir şehirden diğerine geçerken yazmaya vakit bulamıyorum. Sadece küçük küçük notlar alabiliyorum. Belki geniş bir zamanda uğradığımız mekanları daha uzun anlatabilirim diye… Evet nerde kalmıştık? İstanbul’da. İlk gün fazla yol almadık, çünkü bir sonraki durağımız Türkiye Futbol Federasyonu’nun Riva’daki tesisiydi. Burada rallicilerden oluşan bir takım ile duyma ve konuşma özürlüler milli takım karması bir dostluk maçı yaptılar. Tabii biz yenildik. Ralliciler kendi eyaletleri, şehirleri ve kasabalarının takımlarının formalarını flamalarını armağan ettiler Mete Düren’e. Federasyonun sözcüsü Mete Düren Türkiye’deki Doğu Batı Dostluk ve Barış Rallisi Derneği’nin yönetim kurulu üyesiymiş. Ertesi gün uzun bir yolumuz vardı.
Fotoğrafçı arkadaşım Almut Erhardt ve ben üstü açık kırmızı bir Peugout ile yolculuk yapıyoruz. Artık bizimle özdeşleşen bu otomobilimiz tam 25 yaşında. Fazla hız yapınca sallanıyor. Kapılar açılıp kapanırken gıcırdıyor ama yaşından beklenmeyen bir hızla ilerliyor. Tam hedefimize, Yıldıztepe’ye varıyorduk ki arabamız yolda kaldı. Tamir olacağından hiç umudumuz yoktu, ancak beklediğimizden daha dayanıklı çıktı, sadece bu değil bundan sonraki arızalara rağmen becerikli ustalar tarafından yenilene yenilene bizi taşımaya devam ediyor. Hatta yaz yağmuruna bile bana mısın demedi. Meğer çatısı akıyormuş, içi bir göle dönüştü, koltukları sırılsıklam oldu, yine de yola devam etti. Biz de az dayanıklı değiliz hani, ıslak koltuklara çevreden bulduğumuz naylon torba ve kartonları sererek ve sinirden değil, hakikaten eğlendiğimizden kahkaha krizlerine tutula tutula yolumuza koyulduk.
Ilgaz dağlarındaki Yıldıztepe cennetten bir köşe. Aslında Karadeniz bölgesine bağlı olan Ilgaz, Ankara ve Kastamonu’nun arasında 8800 nüfuslu bir kasaba. Geçen yıl Avrupa’da pek çok kayak merkezi kar sıkıntısı çekerken 4,5 kilometrelik kayak pisti ve telesiyeji olan Yıldıztepe’de kar seviyesi 2 metreye ulaşmış. Kırk kaynaktan su çıkan Kırkpınar yaylasına çok yakın burası. Üç tarafı köknar ve sarıçam ile çevrili, bu mevsimde yeşilin her tonunun yansıdığı bu açık alan kış sporlarının yanı sıra ve doğa sporları için de uygun. Yeni bir tane daha yapılıyor ama Yıldıztepe’de şu an sadece tek bir otel var. Yöre halkına sordum daha çok Karadeniz mi yoksa İç Anadolu özelliklerini mi taşıyorsunuz diye, kısaca “Ankara’ya çekmişiz” dediler. Yarenlik kültüründen olsa gerek Çankırı halkı, sakin, kanaatkar ve tabii misafirperver bir halk. Fırında pişirilmiş keşkeği ve kekikle beslenen kuzu tandırı meşhur. Ve tabii tuzu. Çankırı tuzu artık tedavi amacıyla da kullanılıyormuş. Bu bölgede en çok pirinç yetiştiriliyor. Yol kenarında sıra sıra pirinç keltikleri var. Osmancık, Kargı ve Tosya pirinci bu bölgeden geliyor. Bu bilgileri köy girişindeki bir benzinciye gelen müşterilerden aldım. Meğer Ilgazlılar, Kastamonu ya bağlı Tosyalılar, pirinci markalaştırdı diye bu konuda pek yaralılarmış. “Pirinç bizim ama onlara mal oldu” düşüncesi ile kahroluyorlar.
Ilgaz’dan sonra Çorum’a uğruyoruz. Çorumlular adeta bir Alman disiplini ile bizi karşılamaya hazırlanmışlar. Rallicilerin kalacağı meydan temizlenmiş, sahne kurulmuş. Çorum bize bozkırın içinde bir vaha gibi geldi. On metre genişliğinde ve iki yüz metre uzunluğundaki ayakkabıcılar arastasında 20 dükkan dip dibe çalışıyor. Görmeye değer. Eeee Çorum’a gitmişken leblebi dükkanına girmeden olmaz. Bizim girdiğimiz leblebici Hayvalı Efendi 50 yıllıktı. Babadan oğula üç kuşaktır işletiliyor. Şimdi nohutu Balıkesir’den alıyorlar ama eskiden en güzel nohut Çorum da yetiştiği için Çorum leblebisi ünlenmiş. Susamlısı, acılısı hatta çikolatalısı bile var. Ben bilmiyordum, nohut 45 gün işlenerek leblebi oluyormuş. Nohutçuda asılı bir tabela dikkatimi çekti. Diyor ki; “ Bizim Çorum İnsanı çelebidir. Leblebi mi alacak, Hayvalı Efendi’ye gider, kebap mı yiyecek, Zarif Efendi’ye gider, saati mi bozuldu Hüsnü Efendi’ye gider.” Fazla söze ne hacet, çelebilikten öte erdem mi var?
Ralliciler Çankırı’dan Çorum’a Çin rallisi yaparak yani dağ tepe aşarak, patika yollardan geçerek geldiler. Gördükleri dört bin yıllık tarih karşısında hayrete düşmüşlerdi. Malum biz arabamızın tamir işleriyle uğraştığımızdan pek geride kaldık. Ankara’ya geç gitme pahasına en azından Boğazkale’deki Hattuşaş ve Yazılıkaya’yı görmeyi başardık ama Alacahöyük aklımızda kaldı. Hititlilerin yaşadığı sokaklar, kenti çevreleyen surların ve kapıların kalıntıları, tapınaklardan arda kalanları bir araya getirerek dört bin yıl öncesini tahayyül etmeye çalıştık. Beni en çok etkileyen Berlin’den ha geldi ha gelecek diye iki ülke arasında siyasi bir krize neden olan sfenksleri görmek oldu. Kartal kanatlı, Arslan ayaklı ve kandın olan Sfenksin vücuduyla “İnsan kadar akıllı, kartal kadar özgür, arslan kadar güçlüyüm” dediğini öğrendik. Sekiz bin kilometreyi 25 yıllık bir arabayla aşmaya çalışan iki kadın olduğumuzu düşünürsek sfenks ile aramızda bir benzerlik olduğunu pekala söyleyebiliriz!
Ve sonra Ankara’dayız. Beni hayata hazırlayan, sfenksliğime sfenks katan şehirde. Ulus meydanına yakın bir otelde kaldık. Bir an bu kentte geçirdiğim öğrencilik hayatım canlandı gözümde, çok mutlu oldum. Ankara’da görülmeye değer bir start töreni hazırlanmış Hipodromda. 250’den fazla otomobil meydanın bir tarafına dizildi, ralliciler ise diğer tarafına. Bayrakla start verilince ralliciler otomobillere koşup, arabalarını çalıştırıp hızla hipodromdan çıktılar. Farklı renkler ve modellerde, üzeri süslü yüzlerce araba Ulus’un inişli çıkışlı yollarında ilerlerken görünce “işte ralli bu”dedim. Ankara’dan Haymana’ya sonra da Gordion’a geçip tümülüsteki Kral Midas’ın mezarını ziyaret ettik. Rallicilere yol boyunca farklı ödevler veriliyor. Bunlardan biri de Gordion’u ziyaret edip fotoğraf çekmekti.
Ralli artık Ege’ye benim memleketime doğru yol almaya başladı. İlk durağımız Uşak beni önce insanının sonra doğasının güzelliği ile şaşırttı. Ulubey kanyonunun Amerika’dakinden sonra dünyanın ikinci büyük kanyonunu olduğunu vallahi ben bilmiyordum. 73 km uzunluğundaki kanyon, Ulubey ve Banaz Çayı boyunca devam eden bir ana kanyon ile buna bağlanan onlarca büyük yan kanyonlardan oluşuyor. Kanyonu sadece tepeden izlemedik, inip daracık patika yolunda ve hatta zaman zaman çaydan geçerek araba kullanma cesaretini de gösterdik. İşte bu benim ilk Çin rallisi deneyimim oldu. Arabayla rafting yapmak gibi bir şey. Burası hakikaten saklı bir cennet ama maalesef, deri sanayinin kirli suları buraya aktığı gibi, Ulubey in merkezine 10 - 12 km uzaklıktaki bir madende siyanürle altın çıkarılıyor. Bunun çevreye ve turizme verdiği zararı artık gelin siz düşünün.
Rallicilerin Uşak Ulubey’de de bir görevleri vardı, taaa Almanya’dan getirdikleri tahtaları, yeni yapılan bir sokağa bank olarak yerleştirilsin diye belediyeye teslim ettiler. Bu tahtalardan 60 adet bank yapılacak. Ulubey halkının sevinci o kadar büyüktü ki, ralliciler oradan hiç ayrılmak istemediler. Bu kadar kalabalığı ilk defa gördükleri için biraz şaşkın olan Ulubey halkı ağız birliği etmiş gibi, yeni dostlarını tekrar tekrar memleketlerine davet ettiler. Mikrofon uzattığım bir Alman “Bu dostluk benim tüylerimi ürpertiyor, çok mutluyum buraya geldiğim için. Dili bilmek gerekmiyor, sevginin diliyle hemen anlaşıveriyorsunuz” diyor, yanındaki bir amcaya sarılarak. Ellerinde çay bardakları, önlerinde simit. Doğu Batı Dostluk ve Barış Rallisi bence Uşak Ulubey’de ana hedefine biraz daha yaklaştı.
Ulubey’den ayaklarımız geri geri giderek, bir daha geleceğimize dair sözler vererek ayrıldık. İstikamet Akdeniz. Dalyan ovası bir başka cennet. Bütün ovayı bir tepeden seyrederken, dağlardan toplanmış otlardan yapılan gözleme yiyip ve ayran içtik ve çam balının tadına baktık. Her şeyin tadı damağımızda kaldı aslında. Sonra tekneyle sazların arasından ve kral mezarlarını seyrederek İztuzu’na geçerken mest olduk. Görevimiz İztuzu sahilini temizlemekti. Ve ne güzel ki, sahil tertemizdi. Dalyanlılar aynı günün akşamında bizim için konser düzenlediler. Aslında uğradığımız her yerde bir politikacı gibi törenle karşılanıyoruz. Politikacılara gösterilenden çok daha gerçek bir sevgiyle karşılaşıyoruz. Bu sevgi hakikaten Doğu ile Batı’yı kaynaştırıyor. Bakalım İsrail ve Ürdün’de yani Ortadoğu’da nelerle karşılacağız. Haaa unutmadan söyleyeyim başında bizim de dahil olduğumuz Queen of Peace, Barışın kraliçeleri adlı takım çoktan dağıldı. Bir tek Filistinli bir kadın kaldı o da organizasyon komitesi ile yolculuk yapıyor. Zamanında Atina ve Isparta arasındaki barışı Lizistrata liderliğinde kadınlar sona erdirmişti. Ortadoğu’nun birden çok Lizistrata’ya ve birden fazla Ralli’ye ihtiyacı olduğu kesin.