İstanbul Film Festivali benim için biraz geç ama güzel başladı. Şu ana kadar izlediğim filmlerden hep memnun ayrıldım. Bunların içinde biri var ki, beni çok derinden etkiledi: Hannah Arendt. Margarethe von Trotta imzalı film, Yahudi kökenli Alman düşünür Hannah Arendt’in 1961 yılında, Nazi soykırımının önderlerinden Adolf Eichmann’ın yargılandığı davayı bir gazeteci ve bilim insanı gözüyle incelemesini konu alıyor. Sahte bir isimle yıllarca Arjantin’de yaşayan Eichmann Mossad tarafından yakalanmış Kudüs’te hakim karşısına çıkarılmıştı. Yahudi soykırımıyla biraz ilgilenenler Eichmann’ın cam bir kafes içindeki savunmalarını anımsayacaktır. Filmde de bu tarihi görüntülere yer verilmiş. Filmin asıl derdi de bu görüntünün farklı algılanabilir olması, ancak bu farklı algıya müsamaha gösterilmemesi.
1906 yılında Linden’de dünyaya gelen Hannah Arendt, Naziler tarafından baskı görüp hapis yattıktan sonra Amerika’ya göç ederek soykırımdan kurtulmuş bir siyaset bilimci. Arendt, daha 13 yaşındayken Kant’ın kitaplarını okuyarak felsefeyle ilgilenmeye başladı ve Marburg Üniversitesi’nde Martin Heiddeger’in öğrencisi oldu. 1937 yılında Alman vatandaşlığından çıkarılıp Amerikan paaportu alana kadar 15 yıl vatansız yaşayan Arendt, hiçbir zaman filozof olarak anılmayı istemedi. Arendt, siyaset felefesini reddedip, bunun yerine „siyaset teorisi“ kavramını kullanmasıyla dikkat çekti. Siyasette çoğulculuğu ateşli bir biçimde savunan Yahudi kökenli düşünür, Sokrat, Aristo, Eflatun, Kant ve Heiddeger gibi filozofların teorilerini tartışmaya açmaktan çekinmedi. Arendt, var oluş felsefesine yönelik çalışmaları, totaliter rejim analizleri ve özgür tartışma talebiyle ün yaptı. Arendt, 1933 yılından itibaren Nazizmin yükselmesinde Yahudilerin payı olduğunu savunarak şimşekleri üzerine çekti. Adolf Eichmann’ın yargılanmasını izleyip New Yorker dergisine yazdığı makaleler ve kaleme aldığı „Eichmann Kudüs’de“ adlı kitabı Arendt’e yönelik eleştirilerini ölüm tehditlerine dönüştürdü. Güçlü ve mücadeleci kişiliğiyle tanınan düşünür Yahudiler tarafından dışlandı. Alman yönetmen Margarethe von Trotta, Nazi liderlerinden Eichmann’ın yakalanıp mahkeme önüne çıkartılması ve Arendt’in mahkeme izlenimlerini kaleme alarak yayınladığı dört yıllık zaman dilimini beyaz perdeye taşıyor. Tabii yarattığı tarışmayı ve dışlanmayı da.
Film, kitabı İsrail’de ancak 2002 yılında basılan Hannah Arendt‘in, milyonlarca Yahudi’yi gaz odasına gönderen Adolf Eichmann’ı cam kafesin içinde savunmasını yaparken nasıl tasavvur ettiğinden çok farklı gördüğünü anlatıyor. Eichmann zavallı bir soytarıdır O’nun gözünde, hatta protokolleri okurken zaman zaman kahkahayı basar. Asıl önemli olan, Arendt‘in o güne kadar yaptığı kötülük tanımını değiştirmesidir. Kötülüğün hep radikal bir duygu olduğuna inanan Arendt, duruşmadan sonra „Kötülük her zaman, sadece aşırıdır ama hiçbir zaman radikal değildir, derinliği yoktur, şeytani bir durumu da“ der. Arendt, ilk defa „kötülüğün banalliği“ kavramını kullanır. Eichmann, Arendt için modern kötülüğün vücut bulduğu bir semboldür sadece, ahlaki bozulmaya uğramış ve en önemlisi de düşünme yetisini yitirmiş bir insan. Hatta insan bile değil, sadece bürokrat. Çünkü insan olmanın en önemli meziyeti düşünmektir. Filmde bu düşünme eylemi, Arendt’i koltuğuna uzanıp sigara içerken gösterilerek çok sık vurgulanmış. New York entelijansının biraraya gelip felsefi tartışmalar yaptığı sahneler de bu düşünme eyleminin altını çiziyor. Arendt’in kötülük tanımının yol açtığı tartışmayı, Yahudi topluluğuna yönelik eleştirisi daha da körükler. Yahudi cemaatinin liderleri Nazilerle işbirliği yaptığı için soykırımın daha çok kayıp verdiğini savunan Hannah Arendt’in şu sözlerinin altını çizmek gerekiyor: „Direnmek mümkün değildi belki ama hiçbir şey yapmadan durmak mümkündü.“ Bundan şunu anlıyoruz, Alman halkı hiç bir şey yapmadığı, Yahudi cemaati liderleri de hiçbir şey yapmadan duramadığı için soykırım 6 milyon kurban verdi.
Margarethe von Trotta’nın Hannah Arendt’in yaşamından önemli bir kesit sunduğu filmle ilgili Alman gazetelerinde çıkan yazıları okudum bir kez daha. Hatta bazılarını birkaç kez okudum. Eleştiriler ilk bakışta olumlu görünse de Hannah Arendt’in tezlerinin doğru olabileceğine yönelik bir söylemden kaçınılmış. Belki de korkulmuş, çünkü Almanya’da hala Yahudiler’i eleştirmek bir tabu. Bu açıdan bakıldığında Hannah Arendt’in otuzlu yıllardan itibaren gösterdiği cesaretine saygı duymamak mümkün değil. Çocukluğunun ilk yıllarını Arendt gibi vatansız geçiren yönetmenin cesareti de takdire şayan. Daha önce Rosa Lüksemburg ve Hildegard von Bingen gibi Alman kadın düşünürlerin hayatını beyaz perdeye taşıyan Baltık aristokratlarından von Trotta, bu filmiyle de felsefeyi elle tutulur kılmayı başarıyor. Von Trotta’ın her seferinde Barbara Sukowa ile çalışıyor olması da tesadüf değil. Pekçok ödülün sahibi Sukowa, ünlü Alman yönetmen Rainer Werner Fassbinder’in öğrencisi sayılır. Sukowa, bir kez daha rolüne büründüğü kişiyi hissederken kendi olmayı başarmış. Hannah Arendt, sırf bu düşünürün ne yazdığını merak edebilmek için bile izlenmesi gereken bir film bence. Çünkü Arendt’in kitaplarında özgürlük bambaşka bir anlam kazanıyor. Eğer özgürlük Rosa Lüksemburg’un dediği gibi farklı düşünenlerin bunu özgürce söyleyebilmesi ise Hannah Arendt filmi kahramanını yıllar sonra biraz daha özgür kılıyor. İstanbul Film Festivali de bu özgürlüğe katkıda bulunmuş oldu.
Hannah Arendt filminin beni etkileyen bir başka yanı da bir mahkemeyle başlayan düşünceler zincirinin halkalarını göstermesi. 17 Nisan’da aşırı sağcı örgüt NSU üyeleri ve destekçilerinin yargılanacağı bir mahkeme başlıyor. Ben de mahkemenin akredite edip bürokratik nedenlerle salona almayacağı Türk gazetecilerden biriyim. Yani Kudüs Mahkemesi 1961’de Hannah Arendt’e canlı bir Nazi görme olanağı sağladı, Münih Yüksek Mahkemesi bana sağlamıyor. Mahkemenin, dava sonucunun temyizini engellemek için kurallara uygun davranmasını anlamak mümkün. Ancak bunu yaparken farklı algılayıp, farklı düşünecek ve düşüncelerini farklı ifade edebileceklerin özgürlüğünü engelliyor olduğunu da hatırlatmak gerekiyor. Hannah Arendt’in bahsettiği kötülüğün banalitesi işte buradan başlıyor olsa gerek.