Paris Almanya’da da çok şeyi değiştirdi. Almanya Başbakanı Angela Merkel’in mültecilerle ilgili üzerindeki baskı görünür bir biçimde arttı. Sadece muhafazakar politikacılar değil, aynı çizgideki medya kuruluşları da Paris’teki saldırılarla mülteciler arasında doğrudan bir bağlantı kuruyor ve kapıların kapanmasını istiyor. Bavyera Eyaleti Başbakanı ve Hristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU)’nun Lideri Horst Seehofer, krizin ancak mülteci gelişini sınırlamakla aşılacağını, bunun için de sınırların yeniden kontrol edilmesi gerektiğini söyledi. Hem de Paris’teki saldırıyı kimin yaptığı bile henüz ilan edilmemişken. Paris saldırılarını fırsat bilen Seehofer, “ülkemize kimin gelip kimin geçtiğinden haberdar olmalıyız” diyerek mülteci karşıtı propagandalarına çekinmeden hız verdi. Seehofer’i başka muhafazakar siyasetçiler ve aynı çizgideki gazeteciler takip etti. Mülteci karşıtları, Merkel’in ikinci bir Fukushima sendromu yaşamasını umut ediyorlar. Almanya başbakanı Fukushima faciasından sonra siyasetinde keskin bir dönüş yapıp çalışma sürelerini birkaç ay önce uzattı nükleer santralleri kapatma kararı almıştı. Merkel bu tavrı ile Yeşillerden daha çevreci bir siyasetçi olarak anıldı.
Aslında Almanya Başbakanı’nın mültecilerle başı birkaç haftadır dertte. Sadece kendi cephesinden gelen eleştiriler artmıyor, kendinden habersiz mülteci karşıtı uygulamalar da artıyor. Tam muhafazakar sosyal demokrat koalisyon hükümeti, mülteci siyasetinde anlaşmıştı ki, Federal İçişleri Bakanı Thomas de Maiziere mültecilerin bir kısmına aile birleşimini içermeyen “geçici koruma” statüsü verileceğini açıkladı. Hem de kimseye bilgi vermeden. Eleştiriler üzerine kararını geri alan bakanın bu sefer de yine kimseye sormadan bir süredir askıya alınan Dublin kararını Ekim ayından itibaren uygulamaya başladığı ortaya çıktı. Yani Almanya iltica talepleri reddedilen mültecileri, ilk ayak bastığı AB ülkesine geri yollamaya başlamıştı bile. Ardından Hristiyan Demokratların ağır toplarından Maliye Bakanı Wolfgang Schäuble de mülteci akınını çığ felaketine benzeterek adeta yangına körükle gitti. "Dikkatsiz bir kayakçı yamaçtan aşağı inerken karı birazcık hareket ettirse çığa neden olabilir" diyen Schäuble, Almanya’nın felaketin neresinde olduğunu bilmediğini ifade etti. Bakanın mülteci sorununu bir doğal afetle tanımlaması tepki çekti ama hemen herkes Schäuble’nin “dikkatsiz kayakçı” lafından Başbakan Angela Merkel’i kasdettiğini anladı.. Yanındaki insanları yavaş yavaş kaybeden “mültecilerin anası” Angela Merkel, mülteci politikasında giderek yalnızlaşmaya başladı.
Almanya başbakanını yalnız bırakan halkın da siyasetçilerin de en büyük korkusu mülteci sayısının kontrol edilemeyecek kadar artması. Federal Meclis’te bir soru önergesine verilen yanıt da hükümetin mülteci sayısına yönelik bir tahminde bulunmaktan uzak olduğunu gösteriyor. Savaştan kaçıp Almanya’ya sığınanların eğitim ve kültür düzeyi, dolayısıyla entegre olma eğilimi de göç ülkesi olmayı hala içine sindirememiş kesimlerdeki endişeyi büyütüyor. Ve bu endişe, yabancı karşıtı, aşırı sağcı grupların ekmeğine yağ sürüyor. Mülteci sayısı arttıkça iş de masraflar da artıyor. Mülteci sorununun önemini kavramakta geciken Almanya organize olmakta da güçlük çekiyor. Savaştan kaçıp Almanya’ya sığınanların statüsünü ve ihtiyaçlarını belirlemek esnek olmayı öğrenmemiş katı ve düzen düşkünü bürokrasi için tam bir felaket gibi görünüyor. Malum Almanya altmışlı yılarda çalışmak için çağırdıkları göçmenlerin bile insan olduğunu çok geç anlamıştı. Şimdi bütün bu kaygıların üzerine, Paris’teki saldırılardan sonra mülteciler arasında teröristlerin olabileceği kuşkusu bindi. Bu da İslam korkusunu körüklüyor, hem de tehlikeli boyutlarda.
Almanya’nın mülteciler konusundaki en büyük sıkıntısı da paylaşmayı pek fazla bilmeyen toplumu buna hazırlamak. Çünkü ağırlıklı olarak Suriye, Irak ya da Afganistan’dan gelen mültecilerin çoğu Müslüman. Katolikler de Başbakan Angela Merkel’i eleştiri yağmuruna tutuyorlar. Önceki gün bir açıklama yapan Katolik Cemati temsilcileri, Almanya’nın mülteci politikasının Hristiyan Birlik Partileri’nin Hristiyan geleneği ile uyumlu olması gerektiğine dikkat çekip, daha fazla mülteci kabul edilmemesini talep ettiler. Yapılan en yeni kamuoyu araştırmasının sonuçları da halkın yarısından fazlasının başbakanın mülteci politikasının yetersiz olduğunu gösteriyor. Almanya’da mülteci sayısına üst sınır koymaktan yana olmayan Başbakan Merkel’e karşı muhalif seslerin yükselmesi AB içinde de karşılık buluyor. İçişleri bakanının Dublin sözleşmesine geri dönmesi en başta Avusturyalıları sevindirdi. Sevindirdi sevindirmesine ama Macaristan, Slovenya gibi doğu Avrupa ülkeleri şimdiden mültecileri geri kabul etmeyeceklerini ilan etmeye başladılar. Paris, bu “sınırları kapatalım” siyasetin de önünü açmış oldu. Terör korkusu ile titreyen Avrupa sınır kontrollerini arttırmaya, istihbarat ağını genişletmeye başladı.
Başbakan Merkel’in mülteci dostu siyasetini Paris’ten sonra daha ağır eleştirenlere öncelikle şunu hatırlatmak gerekiyor. O mülteciler de savaştan ve terörden kaçıyorlar. Çünk Parislilerin akıbetini her gün yaşıyorlar. Ayrıca Mültecilere “buyurun gelin” diyen Angela Merkel değildi. Onlar kapı komşusu bir ülkeden de gelmediler. Almanya’nın da dahli olan bir savaştan uzaklaşmak için, aylarca yollarda yürüyüp, son kuruşlarını insan kaçakçılarına vererek, ölümü göze aldıkları teknelere binip aç susuz denizleri aştılar. Yıllardır, evet yıllardır Akdeniz’de ölüyorlar ve Avrupa görmezden geliyor. Almanya Başbakanı Angela Merkel sadece bıçağın kemiğe dayandığını farketti. Hatta ahdı vefa ilkesine sadık ve gerçekçi olmakla ün yapan Merkel bunu fark etmekte geç bile kaldı. Çünkü Almanya’nın da imza koyduğu Cenevre Konvensiyonu, İnsan Hakları Bidirgesi gibi uluslararası yasalar ve Alman Anayasası söz konusu insanlara mülteci hakkı, yani korunma şansı veriyor. Ayrıca, Almanya’ya hükümet eden iki partinin de ilkeleri arasında demokrat ve sosyal olmak var.
Epeydir kendisine yönelik eleştirilere sessiz kalan Angela Merkel, Paris’ten önce Alman İkinci Kanalı ZDF’e verdiği özel röportajda bir kez daha güttüğü siyaseti savundu ve iplerin elinde olduğunun altını çizdi. Paris’ten sonra yaptıği konuşmada da Merkel, kendi siyasetine yakışan bir ton buldu. Demokrasiye vurgu yapan Almanya Başbakanı, İnsanlıktan, sadakatten, toplum olma sevincinden, başkalarına saygı ve hoşgörüden bahsetti. Merkel, üzerine basa basa “Hepimiz özgür hayatımızın her türlü terörden daha güçlü olduğunu biliyoruz” dedi. Merkel’in mülteciler söz konusu olduğunda sarfettiği sözler hiç de hafife alınacak sözler değil. “Mültecilere dostça davranamayacaksam bu ülke benim ülkem değildir” diyen Angela Merkel, Avrupa barışının er ya da geç Ortadoğu’ya da hem de Almanya’dan vatanına dönen gençlerin yanında götürdükleri batılı değerler sayesinde geleceğini savunuyor. “Demokrasi bizim sınırlarımız dışında da kabul görürse belki o zaman daha az savaş olur” diyor Angela Merkel. Almanya Başbakanı Angela Merkel’in G20 zirvesinde verdiği sinyal de dikkat çekiciydi: “Mülteciler zanlı değil terör kurbanıdır”.
Avrupa’nın diğer ülkelerinden icazet almaya gerek bile duymadan Yunanistan’a diz çöktüren, dünyanın en güçlü kadını Angela Merkel’in, bu sözlerine ya da gözyaşı döken bir Filistinli mülteci kızın başını okşarken gösterdiği şefkat Paris’ten sonra hem Almanya hem de Avrupa’da ne kadar dikkate alınacak zaman gösterecek. Bir de Türkiye ile yaptığı pazarlığın sonucu. İktidarda olduğu on yıl içerisinde AB üyeliği konusunda Türkiye’ye kök söktüren Hristiyan Demokrat lider aslında seçim arifesinde Ankara’ya gidip Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın altın varaklı tahtında poz verirken de inceden inceye Türkiye’nin ihtiyaç duyulan ülke olduğu mesajını vermişti. Bu noktada, kendine Konrad Adenauer, Willy Brandt, Helmut Kohl gibi tarihi bir misyon ya da BM’de makam arayan Angela Merkel’e şu soruları yöneltmekte yarar var: Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a ne kadar güveneceksiniz? Mülteciler’e Türkiye’nin iyi bakacağından emin olabilir misiniz? Ve hakikaten sözlerinde samimi misini?