Suriye’de bitmeyen savaş, Irak ve Afganistan’da dinmeyen şiddet, bunun doğurduğu mülteci dramı ve sonu gelmeyen Orta Doğu sorununa bir de Avrupa’da aşırı sağın yükselişi eklendi. Afrika kıtasında yaşananları takip bile edemiyoruz. Rusya’da Vladimir Putin, Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan ile başa çıkamazken bir de ABD’nin başına onları aratmayacak bir siyasetçi, Donald Trump geldi. AB kadar küreselleşme de çatırdıyor ve kapitalizm krizin dibine vuruyor. Almanya’nın eski dışişleri bakanı Joschka Fischer gibi bazı siyasetçilere gore, “Batı”nın sonu geldi, dünya, dünya savaşları öncesi bir bunalımın içine düşüyor. Bütün bu ürkütücü gelişmeler olurken özellikle dünyaca ünlü filozofların sessiz kalıyor olması dikkatimi çekiyor. En yüksek sesle konuşan Slavoj Žižek oldu, o da ABD başkanlık seçimi öncesinde “Trump’a oy verin” dedi. Slovenyalı düşünür, Trump’ın iktidara gelmesi ile yaşanacak şokun yeni bir sistem, yeni bir siyasi akım getireceği umuduyla bu sözleri sarf etti. Demek ki yine eski düşünürlerden medet umacağız.
Fransız - Alman televizyon kanalı ARTE, geçtiğimiz hafta siyaset bilimci, aslında kendisi reddetse de felsefeci olarak anılan Hannah Arendt’in hayatıyla ilgili filmi gösterdi. Filmi iki yıl önce İstanbul Film Festivali’nde izlemiştim bir daha izledim. Sanırım birkaç kez daha izlerim. Çünkü Arendt’in filmdeki dialogları adeta günümüzdeki gelişmelere, özellikle de Türkiye’deki rejim değişikliğine ışık tutuyor. Film, Arendt’in 1961 yılında Yahudi soykırımının başlıca aktörlerinden Adolf Eichmann’ın Kudüs’te yargılanmasına dair New Yorker için yazdığı makaleler ve ardından çıkan “Eichmann Kudüs’te” adlı kitabının öyküsünü anlatıyor. Hannah Arendt, Eichmann’ın yargıç karşısına çıktığı mahkemeyi yerinde izlemiş ve kötülüğün bilindiği gibi radikal olmadığını anlamıştır.
Kendisi de Yahudi zulmüne uğrayıp ABD’ye kaçmış, 18 yıl vatansız olarak yaşamış olan Hannah Arendt, Batı geleneğinde ve 20. yüzyılda kötülüğün bencillikle açıklanan radikal bir durum olduğunu ve toplama kamplarının bu anlayışla kurulduğunu ifade ediyor. Arendt’e göre, insanın insan olarak gereksizleştirildiği toplama kampları, her davranışın da anlamsızlaştırıldığı yerdir ve totaliterliğin son aşaması mutlak kötülük olarak ortaya çıkar. Bu dönemde kötülük mutlaktır çünkü insani düzeye dönüşmesi mümkün değildir. Totaliterizm olmadan kötülüğün doğasını görmek de mümkün olamayacaktır. “Kötülük genel olarak şeytani bir durum olarak görülür, bir çeşit şeytanın yansımasıdır.” diyen Alman düşünür, mahkemesini takip ettiği Nazi subayı Adolf Eichmann’ı da sıradan bulur. Cam bir bölmede yargılanan Eichmann’a neredeyse acıyacak olması ve bunu dillendirmesi, Hannah Arend’i Yahudiler tarafından adeta günah keçisi yapmıştır. Tehditler alır bazı yakın dostlarını kaybeder.
Arent, Kudüs’teki mahkemede bir sistem, bir tarih bir akım hatta antisemitizmin bile olmadığını fark ettiğini söyler ve sözlerine şöyle devam eder:
“Ortada tek bir kişi vardı sadece, Eichmann’ın defalarca karşı çıktığı şey, iddia makamının savlarının aksine, kendi inisiyatifi ile hiçbir şey yapmadığı idi. Tek yaptığı iyi veya kötü niyet barındırmaksızın verilen emirlere harfiyen itaat etmek. Bu tipik Nazi mazereti, dünyada işlenmiş en büyük kötülüklerin önemsiz insanlar tarafından gerçekleştirildiğini açıkça ortaya koyuyor. Herhangi bir gayesi bulunmayan, fikirden yoksun, ruhsuz kalpleri veya şeytani iradeleri olmayan insanlar. Birey olmayı reddeden insanlar.” Ve Arent bu olguyu “kötülüğün sıradanlığı” olarak tanımlar. Arendt’e göre, Eichmann düşünme yeteneğini kaybettiği için ahlaki kararlar alma yetisini de kaybetmişti. Düşünce rüzgarının tezahürünün gerçeklik değil, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırma becerisi olduğunu vurgulayan Arendt, sözlerini “umuyorum ki düşünmek, insanlara o bir anlık beliren kritik zamanlarda felaketleri önleme gücü verir” cümlesiyle bitirir.
Deutsche Welle, 1984 adlı romanının yazarı Georg Orwel gibi Hannah Arendt’in de en çok okunan yazarlar arasında olduğunu yazdı geçtiğimiz günlerde. Düşünürün en ilgi çeken kitabı “Totalitarizmin Kaynakları” imiş. Türkçeye üç cilt olarak çevrilmiş eserinde Arendt, soykırım, katliam ve toplumsal hezeyanlar ile birlikte emperyalizmi analiz ediyor, totaliter düşüncenin kökenlerine inerek, örgütlenişi, propaganda ve manipülasyon araçlarını ayrıntılarıyla inceliyor. Sürekli değişen anlaşılmaz bir dünyada kitlelerin hem her şeye inanıp hem de inanmadıkları, hem her şeyin mümkün hem de hiçbir şeyin mümkün olmadığı bir noktaya geldiklerine dikkat çekiyor. Hal böyle olunca toplumun başkalarını günah keçisi gösteren, sorunlara kolay çözümler öneren, tekrarlanan basit anlatımlara rağbet ettiğini öngören Arendt, İnsanların kendilerine yalan söyleyen liderlere sırtlarını dönecekleri yerde onların üstün taktik zekalarını övdüklerini anımsatıyor. Arendt, “Eğer size sürekli olarak yalan söyleniyorsa, bunun sonucu, yalanlara inanmanız değil, artık hiç kimsenin hiçbir şeye inanmamasıdır” diyor.
Sanırım herkese tanıdık gelen bir durum bu. Hannah Arendt, filmde ders verdiği öğrencilerinin “Amerika’ya geldiğinizde ilk hissettiğiniz duygu nedir?” sorusuna “Cennet” diyerek yanıt veriyor. Bugün, o günlerde kendisine kucak açan Hannah Arendt’in cenneti, yine kendisi gibi cennete gideceğini sanan Müslüman göçmenler için giderek cehenneme dönüşüyor. 1975 yılında hayata veda eden Arendt, teorilerinin bugün hala güncel olduğunu görse hiç sevinmezdi sanırım. Yine fimde Arendt’in “ sen vatanını sevmiyor musun?” diyerek Nazi subayı Adolf Eichmann’a yönelik tutumunu eleştiren dostuna verdiği yanıttan alıntı yaparak bitirmek istiyorum. Arendt diyor ki; “Ben hiçbir halkı sevmedim, Yahudileri neden seveyim? Ben ancak dostlarımı sevebiliyorum.”
Bize de dostlarımızı sevip kollamaktan başka bir seçenek kalmadı. Haksız mıyım?