Dün meydana gelen yeni Zelanda / ChristaChurch katliamı gerçekten çok üzücü. Ama ne yazık ki, son olmayacak. Dünya gitgide daha çıldırıyor gibi gözüküyor. Öyle ki, bundan 30-40 ve hatta 20 yıl önce duyduğumuzda "ayıplanacak" olan cümleler bizzat kendini "uygar" olarak adlandıran devletlerin başkanları tarafından söyleniyor. Dikili kaldığı 30 yıl boyunca Berlin Duvarı’nın ne kadar kötü ve özgürlük engelleyici olduğunu konuşan ve duvar yıkılınca bayram yapan batı, bugün yeni duvarlar konuşuyor (Gerçi bu sefer içerdekini değil, dışarıdakini tutmak için.)
Bugün katliam dökümanter ve filmlerinden bir kaç tanesini anlatacağız.
Yeni Zelanda Katliamı’nı gerçekleştiren terörist Brenton Tarrant, Norveç'teki 2011 katliamını gerçekleştiren Anders Behring Breivik'i örnek aldığını söylüyor. Sadece bu nedenle bile "22 Temmuz" isimli filmi seyretmek lazım. Çünkü meydana geldiğinde konuşulan, münferitmiş gibi kabul edilen bu olaylar, galiba pek de öyle değil.
Hem Tarrant, hem de Breivik, aralarındaki binlerce km'ye rağmen sözleşmiş gibi "Tapınak Şövalyeleri" diye bir örgütten bahsediyorlar ve bu örgütün kendilerine görev verdiğini, saldırıların süreceğini kaydediyorlar. İlginç bir nokta da, birisi güneyin, diğeri kuzeyin en ucundan. Zaten Tarrant buna işaret eden bir cümle de kullanmış.
"Tapınak Şövalyeleri", son 10-15 yıldır herkesin gündeminde. Kudüs'teki Kral Süleyman'ın tapınağını ziyaret eden Hristiyan hacıları ve paralarını koruyan 9 şövalyenin 1119'da kurduğu bir örgüt. "Çek" kavramının da bunlarla çıktığı, bankacılığın temellerini attıkları söylenir. Haçlı seferleri ile de özdeşleştirilir. Hemen hemen aynı dönemde var olmuşlardır. Zaman içinde fazla güçlendiklerinden rahatsızlık yarattılar. Fransız Kralı ile Vatikan'ın kendilerinin gücünü sınırlaması gerektiğini düşünmesi ile 1311'lerde yok oldular. Ama yeraltına indikleri de iddia ediliyor [1].
Şimdi o Tapınak Şövalyeleri'ne referans veren bir "IRKÇI" örgütten bahsediliyor. Aynen IŞİD gibi "din" motifli bir örgüt görünümünde. Farkı sadece birinin Müslüman, diğerinin Hristiyan olması değil. IŞİD’de bir ordu meydana getiriyorlar, bunlar ise batının bireyselciliğini ifade edercesine tek tek ve nokta atışıyla saldırıyor. Her ikisi de "ucube" denilebilecek düzeyde yalnız ve tuhaf ama bir şeyleri değiştirebileceği iddiasında olan bireyleri kullanıyor.
Her iki saldırganın ifadesine göre, bu örgütten birileri bunlara görev veriyor. Breivik davasında avukatın bulup getirdiği tanık nasıl bir örgüt/grup olduğu konusunda biraz ipucu veriyor ama yetersiz. Yani örgüt mü, yoksa sadece zayıf birilerini oturduğu yerden yönlendirenler mi var? Sonuçta bu gruptan şöyle ya da böyle görev alanlar, bir sürü silahsız insanı öldürüyor ve bunu övünerek, bağıra bağıra da ilan ediyorlar. Dikkat ederseniz, saklanmıyorlar bile.
İkisi de saldırıların süreceğini söylüyor. Tarrant'ın bu saldırı için 2 yıldan bu yana hazırlandığı düşünülürse, acaba görevler mi veriliyor ya da başka kimlere görev verilmiş durumda. Adeta "nasıl oluyor?" diye hâlâ anlam veremediğimiz "Mavi Balina" benzeri bir olay gibi. Belki sadece internet üzerinden haberleşen birileri, zayıf buldukları birilerini yönlendiriyor.
Bütün bunları anlattıktan sonra, filme geçelim; "22 Temmuz" kurgu ama dökümantere yakın bir film. Katliam olayını ve etkilerini, bu saldırı sırasında çok ağır yaralanan Vijar Hanssen'in üzerinden anlatıyor. Filmde oynayanlarla, gerçek kişileri karşılaştıran bir tabloyu burayı tıklayarak görebilirsiniz.
Oslo'ya 2000 km uzaklıktaki Svalbard kasabasında, belediye başkanı olan annesi, yönetici babası ve erkek kardeşi ile yaşayan Vijar, İşçi Partisi’nin çocukları için Oslo yakınlarındaki bir adada yapılan yaz kampına kardeşi ile birlikte katılıyor. O gün Breivik önce Oslo'da hükümet binasına 8 kişiyi öldüren bombayı yerleştiriyor, sonra polis kıyafetinde yaz kampının olduğu Utoya adasına giderek çocukların üzerine rastgele ya da hedefleyerek ateş açıyor. Bazılarını takip ederek, öldürüyor. Toplamda 77 kişiyi öldürdüğü anlaşılıyor.
Motivasyon "göçmenlik" ama göçmenleri çok yoğun bulamadıklarından olsa gerek, Breivik hükümete ve politik kişilerin (İşçi Partisi) çocuklarına saldırmış.
Filmde takip ettiğimiz bir kaç duygu var. Bunlardan ilki, o bombalama+saldırı anında insanların ne durumda olduklarını, şaşkınlığı, dağınıklığı görüyorsunuz.
Avukat olarak seçilen kişi -daha önce neo-nazileri savunmuş- bir yandan bu saldırganı -herkesin savunulma hakkı vardır çerçevesinde- her türlü yola başvurup kurtarmaya uğraşıyor, bir yandan da onun avukatı olduğu için diğer insanlardan gelen -kendi çocuğunun okuldan alınması dahil- tepkilerle uğraşıyor.
Filmin sonunda, bu avukat Breivik'e gerekli dökümanları imzalattıktan sonra veda ederken kendisine uzatılan eli sıkmıyor. Bunu yaparken, ırkçıları savunan bir avukattan seyircilere bir gösteri mi diye düşünüyorsunuz. Çünkü "elini sıkmadı ama kurtarmak için delilik fikri dahil acaip uğraştı" diyor ve "gerçekten bu kadar medeni insanlar mı?" diyorsunuz. Ne de olsa insanız ve 77 suçsuz çocuğu öldüren bir saldırgana karşı "insan hakları" duygusu hissetmek çok kolay olmasa gerek.
Filmde saldırganın mutsuz ve yalnız bir kişi olan annesini de görüyoruz. Anlaşılan aynı zamanda çocuğuna da ilgi göstermemiş. Zaten olaydan sonra da çocuğunu korumaya çalışmıyor bile. Aksine ortaya çıkmamaya, tepki almamaya çalışıyor. Hatta Breivik 5 yıl sonra ailesi/arkadaşları tarafından ziyaret hakkı aldığında bile ziyarete gitmemiş. Baba ise Fransa'da yaşıyormuş. O zaten ortada hiç yok.
Filmde en çok, Vijar'ın ve ailesinin yaşadığı üzüntülerle, fiziki ve ruhsal dönüşümlerini görüyoruz. Suçluluk hisseden erkek kardeş, çocukları için üzülen anne-baba, kaybettiği gücüne ağlayan Vijar. Uzun uzun anlatılıyor.
Tabi bir de kendisiyle övünen Breivik'i görüyoruz. Boşanmış ve ilgisiz bir ailenin çocuğu olan saldırgan, avukatın kendisini kurtarmak için ortaya koyduğu "deli" savunmasına önce "evet" diyor ama sonra tam tersine, bunu bilerek yaptığını, duyurmak istediğini ileri sürerek mahkemede her şeyi söylüyor. Bu arada avukat deli savunması tutmayınca, başka "benzer görüşlü" kişilerden şahit bulmaya çalışıyor. Gelen kişinin internet üzerindeki bir gruptan bahsettiğini duyuyoruz. Ama komik olan Breivik'i küçümsüyor. Bu Breivik için bir hayli sarsıcı oluyor. Annesi ve bu görüntü bir araya gelince, bu kişinin çok rasyonel olmadığı anlaşılıyor.
Aşağıda Breivnik'in kendisini görüyorsunuz. Mahkemenin ilk gününden gerçek görüntüler.
Breivnik 2012 yılında 21 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Norveç hükümeti tarafından "aşırı tehlikeli" olarak sınıflandırıldığından hücre hapsinde tutuluyor. 2 yıl önce de "hücre hapsi insan haklarına aykırı" gerekçesi ile Norveç hükümetini dava etmiş ve "Avrupa İnsan Hakları" sözleşmesi çerçevesinde kazanmış. Video oyun oynayabildiği, TV seyredebildiği, spor yapabildiği 3 bölümlü hücresinde herkesten izole edilmesini insan haklarına aykırı bulan hakim kendisine 40 bin $ tazminat ödenmesine ve ailesi/arkadaşları ile görüştürülmesi, haberleştirilmesine karar vermiş. Anlayacağınız Breivik, şikayet ettiği (göçmenlere tolerans gösteren) medeni dünyanın korumasında. Ne kadar ironik !
Bu arada bu kadar sıkıcı ve üzücü bir filmden sonra biraz gülelim (gerçi yazının devamında da diğer üzücü konular var). Breivinik ve Tarrant "göçmen düşmanlığı" yapıyor değil mi?
Netflix'deki bir başka dizi, komiklik üzerine. İsmi "The Fix". Her bölümde, bir tanesi sunucu beş komedyen, dünyanın sorunlarını tamir ettiklerini iddia ediyorlar. Gerçi "Amerikan şakası" şeklinde. Artık her yerimiz Holywood sineması olduğu için eskisi kadar duymuyorum ama biz bir zamanlar Amerikan şakalarını "aptal" bulurduk ve "soğuk" diye tanımlardık. Bunlar da onlardan. Ama yine de bazı alanlarda çok sıkı eleştiri getiriyorlar.
2018 yapımı bu dizi 10 bölüm. İçinde "Sosyal Medya Sorunu", "Yapay Zeka Sorunu", "Yaşlı Nüfus Sorunu", "Küresel Isınma" sorunu gibi tam da dünyanın konuştuğu sorunların komedyenlerce tartışıldığı bir ortam var. Formatta, 1'i devamlı, 4'ü değişen 5 komedyen var. Komedyenler 2 gruba ayrılıp, soruna çözüm getiriveriyorlar.
Sunuculuğu Jimmy Carr üstleniyor, diğerleri dediğim gibi değişiyor. Ben size "Göçmenlik Sorunu"nu çözen !!! 2. bölümden örnek vermek istiyorum. Çünkü tam da, bir zamanlar ataları Yeni Zelanda ve Avustralya'nın yerlileri Aborjinleri öldüren, yerlerinden eden Avustralyalı Tarrant'a verilecek cevaplar var.
Sadece Jimmy Car'ın açılış tanıtımı bile yeter;
"Gerçekten Amerikaya gelip, yerel halkın ellerinden işlerini alan ve onları öldüren göçmenler var. Biz onlara Amerika'nın kurucu babaları diyoruz"
Yukarıda 22 temmuz sapığının annesinin ilgisiz olduğunu anlatmıştık. Gerçekten insan düşünmeden edemiyor; "bunlar nasıl bir ortamda yetişiyor acaba" diye. Şimdi bir de buna bakın.
Biliyorsunuz, ABD'de sık sık okul katliamları oluyor. 2ci anne örneğimiz Columbine Lisesinde 1999 yılında yaşanan bir katliam ile ilgili. Dylan Klebold ve Eric Harris isimli 2 öğrenci yarı otomatik silahlarla kendileri dahil 15 kişiyi öldürdüler, 24 kişiyi yaraladılar. Yerleştirdikleri propan bombaları patlasaydı, 200-300 kişinin daha ölebileceği tahmin ediliyordu.
Gördüğünüz gibi yukarıdaki video Netfix'de olan bir film değil. Bu saldırganlardan Dylan'ın annesi Sue Klebold. İlk rastladığımda "bu ne anlatabilir ki acaba?" diye düşündüm. Anlattığı kendi tecrübesi. Allahtan "akıllı" ve "dışa dönük" bir kadın. Kolay bir yoldan geçmemiş. Ama sonra yardım etmesi gerektiğini anlamış. Kendisini dikkatle dinleyin. İnsanlara kıymetli bir "tecrübe" ve "bilgi" sunuyor. Gençlerin nasıl saldırgan haline geldiği, bu tür çocukların neyle karşılaştığını anlamak biraz olsun mümkün oluyor.
ABD'deki çok sayıdaki okul saldırılarından; Newtown, Netflix'de yer alan dökümanterler arasında. 2012 yılında meydana gelen saldırı, okulun açık olan hoparlör sisteminde canlı yayın şeklinde duyulmuş.
20 yaşındaki Adam Lanza, önce evde annesini öldürdükten sonra, ilkokulda 20 çocuk ile 7 görevliyi vurmuş ve sonunda da intihar etmiş. Bu olay ABD'deki tüm okul saldırıları arasında en çok ölüm getiren saldırı olarak biliniyor.
NewTown tamamen dökümanter bir film. Hem olay sırasındaki görüntülerden bazı parçalar sunuyor. Hem de kurbanların ailelerinin bugünlerdeki ruh durumlarını ve eskiye dair resimleri, videoları nasıl devamlı izlediklerini gösteriyor. Üzücü..
Türkiye'deki 12 Eylül 1980 darbesinden hemen sonra 1982 yılında sinemalara bir film geldi. "Kayıp (Missing)". 1970'in sonlarındaki sağcı-solcu savaşı sırasında her gün üniversite öğrencilerinin ölümlerini gören (ya da duyan) kişiler olarak, film o zaman çok etkileyici gelmişti. Ama 1 sahnesi vardı; korkunçtu. Beynimde hayatım boyunca hiç silinmeyen görüntülerden birisi olarak kaldı.
Gerçek bir olayı anlatan Costa Gavras'ın Oscarlı filminde Amerikalı baba Jack Lemmon (Edmund Horman) ve eş Sissy Spacek (Beth Horman), idealist yazar Charles Horman'ı aramaya Şili'ye giderler. 1970'de Sosyalist Salvadore Allende seçilmiş ama sonra ülkede karışıklıklar çıkmış. Sonunda da CIA'in yardımıyla General Pinochet darbe yapmıştı. Charles Horman bu hengamede kaybolmuştu. Babası ve eşi onu ararken, arka planda Şili'deki darbenin ne anlama geldiğini görürüz.
Film boyunca eş kocasını, baba oğlunu bulmak için oradan, oraya gider, parçalanır. En sonunda anlarız ki; idealist yazar çekmemesi gereken fotoğraflar çekmiş ve olaylar görmüştür. Bu fotoğraflar ABD'nin ya da CIA'in darbedeki rolünü göstermektedir. Bu nedenle de öldürülmüştür. Baba ve eşi, filmde şunu söylerler; ABD'den izin almamış olsalar, bir Amerikalıyı öldürmeye cesaret edemezlerdi.
Filmdeki unutmaya muaffak olamadığım sahne ise (benzerini 1999 depreminde gördük), stadyumda öldürdükleri insanların çıplak vücudlarının üst üste yığıldıkları alanlardı. Yukarıdaki fragmanda o sahneden sadece çok kısa bir bölüm yer alıyor.
İşte Costa Gavras'ın yaptığı bu kıymetli (bir nevi arşiv) filminin anlattığı hikâyeden bir başka boyut bugünlerde Netflix'de. Film o dönemin "simge" sanatçısı "Victor Jara" üzerinden anlatılıyor. Jara fakir bir ailenin çocuğu olarak başladığı hayatına, halkın içinden hikâyeler anlatan şarkıları sayesinde Şili'deki gelişmenin simgesi haline gelmiş bir müzisyen haline dönüşmüş. Aşağıda Türkçe altyazılı olarak bir şarkısını dinleyebilir ve şarkısında ne kadar barışçı olduğunu görebilirsiniz.
Anlaşılan Victor Jara, o dönemin bir simgesi olduğu için cezalandırılmış. Binlerce insanla birlikte dövülerek önce --yukarıda filmde korkunç sahnelerini belirttiğim-- stadyuma getirilmiş ve orada da işkence ile öldürülmüş. Ama orada fırsat bulduğu kısacık bir anda bile duygularını bir kağıda şiir formatında dökmüş. Bir ara eşi "elleri, bileklerinin ucunda sarkıyordu" cümlesi kullanıyor ama başka yerde rastlamadım. Askerlerin gitar çalan ellerine yönelik bir şeyler yaptığı anlaşılıyor.
Film bize hem Jara'nın hayatını gösteriyor. Hem de ölümü sonrasında "cesur" eşi Joan Jara[2]'nın yaptığı mücadeleyi izliyoruz. Darbeden 1 hafta sonra, bir arkadaşı üzerinden eşinin cesedine ulaşmış. Ancak uzunca bir süre Jara'nın ölümünün nasıl olduğu ve kim tarafından yapıldığı belirlenememiş.
Joan yiğit bir kadın. Eşinin ismini duyurmak ve olayı anlatmak için bütün dünyayı gezmiş. Bono, Bruce Springsteen, Joan Baez gibi sanatçılar sayesinde de Victor Jara dünya çapında bir sembol haline dönüşmüş. Joan tam 44 yıl boyunca eşinin ölümünü araştırmış. Bugün 92 yaşında. Aşağıda Jara ailesinin 2 kızıyla mutlu günlerden kalma bir resmi var.
Joan'ın 44 yıllık çabası, sonunda, arkadaşlarının yardımıyla bir sonuç vermiş. Victor'un Pedro Barrientos isimli bir komutan tarafından öldürüldüğü ortaya çıkmış.
Üstelik sadece o değil, stadyum katliamını yapan 8 eski askere 15er yıl hapis cezasının yolu da açılmış [3]. 45 yıl sonra bile olsa, en azından ceza almaları bir şey.
Gerçi esas cezalandırılması gereken kişi olan Barrientos hala ABD'de ve özgür - yaptıklarının cezasını görmemiş bir şekilde yaşamaya devam ediyor. Şili'de yönetim değişikliği üzerine 1989'da ABD'ye kaçmış ve bir Amerikalı ile evlenerek Amerikalı olma hakkı elde etmiş. Jara'yı öldürmediğini iddia ediyor ama hem şahitler tersini söylüyor, hem de tavrından zaten anlaşılıyor.
Günümüzde Victor Jara'yı anmak için her yıl Şili'de "1000 Gitar" festivali yapılıyor [4].
Ve diğer bir filmde, Victor Jara'nın öldürülmesinden hemen öncesindeki darbeyi seyrediyoruz. Amerikan güdümündeki General Pinochet'in, hükümet binasını bombalayarak öldürdüğü Salvadore Allende'nin son anlarını seyrediyoruz. Kendisine "istifa et" denilmesine karşın, "halkın verdiği görev" diyerek istifa etmiyor, hükümet binasını terketmiyor. Onun yerine radyoya bağlanıp, halkına yaptığı son bir konuşmada; istifa etmeyip, öleceğini söylüyor ve veda ediyor. Filme şu anda Netflix'den ulaşılamıyor. Ama ben Netflix üzerinde (geçen sonbaharda) seyretmiştim.
Merak edenler için, Kissinger'ın -ve de Nixon'un- başarılarından birisi olan bu darbenin -neler olup bittiğinin- anlatıldığı bir video verelim;
Bilmeyenler için Pinochet'e ne olduğunu da verelim; 1973-1990 arasında askeri cuntanın liderliğini üstlenen Augusto Pinochet 91 yaşında kalp yetmezliğinden öldü. Pinochet ülkesinde aynen Kenan Evren gibi "iç savaşı bitiren, Marksizm'den kurtaran" lider olarak biliniyor. Yanısıra neoliberal politikaların Latin Amerika'ya yerleştirilmesinde öncülük yaptığı, kamu şirketlerinin satıldığı bir dönemin mimarı olarak kabul ediliyor.
Döneminde 3.000'den fazla kişinin öldüğü ya da kaybolduğu, 35 bin kişinin işkence gördüğü, 800 bin kişinin ülke dışına kaçtığı raporlanıyor. 1998 yılında ameliyat için geldiği Londra'da İspanyol yargıç Baltazar Garzon'un çıkardığı tutuklama emriyle tutuklanmış ancak Tony Blair'in sağlık nedeniyle yaptığı jest üzerine ülkesine geri dönmüştü. Öldüğünde 4 insan hakları ve 2 yolsuzluk davasında yargılanıyordu. 2004 yılında Pinochet'in ülke dışına 24 milyon dolar çıkardığı raporlanmış.
İlginç bir örnek.
[3] Victor Jara'nın öldürülmesine 45 yıl sonra ceza: Askerlere 15 yıl hapis verildi
[4] He Died Giving a Voice to Chile’s Poor. A Quest for Justice Took Decades.