“Our brand is Crisis”, bugünlerde Digitürk’te oynayan bir film. Basitçe, 2002 Bolivya Seçimlerini anlatıyor.
Eğer film hakkında Amerikan basınına bakarsanız; mesela şöyle bir makaleyle karşılaşırsınız “Our Brand is Crisis Filminin Gerçek Hikayesi; Bolivya’yı Nasıl Mahvettik”[1].
Makalede anlatılan, Amerikalıların burnunu soktuğu demokrasinin nasıl işlediğidir.
Filmde, biraz süslemeler olsa da (örneğin gerçek hikayede 2 tarafın politik Amerikalı danışmanı yok, sadece kazanan tarafın var), anlatılan 2002 Bolivya seçimlerini kazanamayacak olan (4cü sırada) eski ve denenmiş başkan Gonzalo Sánchez de Lozada’nın, Amerikan politik danışmanlık firması Greenberg Carville Shrum’un ve politik danışman James Carville’in [2] yardımı yani çeşitli hile ve stratejileri ile nasıl kazandığıdır.
M.Ö. 5'inci yüzyılda Çin’de Sun Tzu isimli bir general ya da askeri strateji danışmanı tarafından yazıldığı sanılan askeri strateji kitabı “Sun Tzu Savaş Sanatı” [3] günümüzde sadece askerler tarafından değil, iş ve hukuk dünyasında da örnek alınan bir kaynaktır. 13 bölümden meydana gelen kitabın ilk bölümü olan Planlama’da der ki; “savaş sanatı, savaş alanındaki koşulları saptamak için dikkate alınması gereken değişmez 5 faktör tarafından yönetilir. Bunlar 1) Yol, 2) Gök, 3) Yer, 4) Komutan, 5) Yöntem ve Disiplin.”
Sun Tzu, “YOL” olarak “halkın hükümdarları ile tam bir uyum içerisinde olmasını sağlar” derken, hükümdarın ordusunun oluşumundan bahseder. Bu, iş dünyasında çalışanlardan çok “müşteriler” olarak yorumlanır. Yani, “müşterilerinizin size ulaşmasını sağlayacak yolları oluşturmak”.
“GÖK” ve “YER” olarak tanımlanan ise size bağlı olmayan dış koşullardır. Bunları düzenleme çerçeveleri (mesela ithalat kotaları), $ kurları, lojistik koşullar gibi yorumlayabiliriz; “savaşın yapılacağı alanının koşullarını iyi anlamak, avantajları kendi lehine kullanırken, dezavantajları engellemeyi planlamak” olarak ele alınmalıdır.
Tabi ki savaşın en önemli bileşenleri “KOMUTAN” ve “YÖNTEM ile DİSİPLİN” olacaktır. Kısacası, “Dirayetli, bilinçli, yöntem ve disiplini iyi uygulayan” taraf kazanır.
Ama Sun Tuz ilginç bir cümle de kullanır “Tüm savaşlarınızı çarpışarak kazanmak mükemmellik değildir. Mükemmellik çarpışmaya gerek kalmadan düşmanın direncini kırmaktır”.
Sun Tzu (Aslında Sun Usta anlamına geliyor) sonuç olarak diyor ki; etrafını iyi analiz et ve savaş stratejini geliştir.
Fizik olaylarının teknik olaylar olduğu ve ancak fizikçiler tarafından bilinmesi gerektiği sanılır ama Matematik ve Fizik (tabi diğerleri de) hayatımızın her yerinde yer alırlar. Yapılan bir kaç araştırma, matematik bilen ergenlerin, doğru karar verme yüzdesinin daha yüksek olduğunu gösteriyor [4][5]
Ama ben en çok Newton’un 3'üncü kanunu severim[6]. Fizikle ilgili konularda olduğu kadar, pek çok sosyal olayı da gayet başarılı bir şekilde açıklar. Hatta bence T.C.’nin politikacılarına 1950 sonrasında bakarsanız, hemen hepsi bu 3'üncü kanunu bilerek ya da bilmeyerek kullanmışlardır.
Şöyle ki; yazının başında bahsettiğim filmde, o dönem 4'üncü sırada yer alan antipatik eski başkana, bir seçmen yumurta atar. Eski başkan o seçmene bir yumruk atarak cevap verir.
Bunun üzerine ekibi, halka açık bir “özür mektubu” hazırlamaya koyulurlar. Filmde Sandra Bullock’un canlandırdığı (ama gerçek hayattaki James Carville’i hatırlatan) danışman ayağa fırlar ve der ki; “halk liderleri ya sevdiği, ya da korktuğu için takip eder. Siz sevilecek insan değilsiniz. O zaman korkulacak olanı oynamanız lazım” ve adamın gömlek kollarını kıvırtır ve meydan okuyan bir konuşma hazırlatır.
Tabi ki, sadece bu konuşma ile seçim kazanılmamış. İlaveten çeşitli hileler ve algı operasyonları devreye sokulmuş. Ama bizim anlatmak istediğimiz şu; “TEPKİ” iyi yönetilirse, önemli avantaj sağlanıyor.
Hatta o dönem başbakan olan Tayyip Erdoğan da bunu Gezi Parkı protestolarından hemen önceki günlerde “Eee başbakan da gündemi belirliyormuş. O kadar olsun artık” diyerek ifade etmişti.
Bugün de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gündem belirleme yöntemi bu; ortaya atılan ve tepki toplayacak bir fikir sayesinde, arka planda olanların gözden kaybedilmesi. Nasılsa, kemik fikirleri olan ve sadece sosyal medya üzerinden “hıkmık eden” bir toplum.
Amerikan toplumu, seçim sisteminin yaygınlığı (başkan seçimi, vali seçimi, savcı seçimi vsvs) sayesinde epeyce tecrübeli. Buna filmleri de eklemek lazım. Yani, Holywood filmeleri çoğu zaman yarattıkları dünyalar ile dersler veriyor. Örneğin Robert DeNiro ve Dustin Hofman’lı “Başkanın Adamları” filmini izlediniz mi? [7] Bu tepki yönetmenin bir örneğini anlatır.
Dolayısıyla, Amerikalılar hangi tele vurunca, hangi sesin çıktığını biliyorlar.
Ülkemize dönersek, her toplumda olduğu gibi rahatı yerinde, işleri iyi olan bir grup var gerçekten. Daha eğitimli ve para durumu daha iyi olan bu grup kendi sorunları dışındaki sorunlara pek aldırmıyor. Ama bunu söylerken, yanlış anlamayın bu sadece Türkiye’de böyle değil, Brexit ile neye uğradığını şaşıran İngiltere [8] ya da Trump’ın yemin gününde büyük bir tepki gösterisi düzenleyen Amerika’da da aynı sorun var.
Ama “her etkiye bir tepki vardır”, eninde sonunda sizi bulur. Buna “ilahi adalet” ya da “karma” da diyebilirsiniz.
Örneğin ülkemizde “başörtü” olayı ya da “Kürt” olayı ya da “FETÖ” olayı. “Bana ne, beni sokmayan yılan bin yaşasın” derseniz, günün birinde büyür ve sizi bile ısıran bir yılan haline döner. Birileri güya bizim adımıza “İkna Odaları”nda, kemikleşmiş (ortodox) ideolojiler çerçevesinde başörtüsü çıkartırır ve biz aldırmaz isek, günün birinde tersi meydana gelir. Çünkü biz burada aldırmaz dururken, tepki gösteren tarafta “organize, bilenmiş ve çalışmış” bir ekip oluşur. Hatta ortaya bu tepkileri kullananlar çıkar (ki bizde olan da budur).
Oysa, hangi ideolojiye inanırsanız, inanın, karşı tarafı dinlemek lazım. Bunu maalesef yapan çok az. Herkesin bir tarafı var. Herşey siyah-beyaz. Diyelim ki, “siyah” taraftasınız, ama bir fikriniz “beyaz”a uygunsa hatta “gri” ise birden bire “sende mi?” diyen tepkilerle karşılaşırsınız. Dinlemek, anlamak çok eksik.
Bu nedenle, geçmişte ta en başında FETÖ üyesi adamları “ne yapmaya çalışıyorlar”, “neden bunu yapıyorlar” diye anlamaya çalışmaz, sorunu çözmeye uğraşmazsak ve asker, hukuk ya da diğer yollarla yok etmeye çalışırsak, bir gün karşımıza askeri ve hukuku ele geçirmiş bir şekilde çıkarlar. Daha fenası, Türkiye’yi ele geçirmek isteyen birilerinin de oyuncağı oluverirler.
Toplumun, hukukun ya da askerin burada kabahati vardır. Strateji geliştirmeyi “İrticayı Yoketmek” gibi dar bir kapsamda ele alıp, sorunu çözmeye çalışmak yerine, büyümesine neden olunmuştur. Sonuçta da, bu belalı coğrafyada başka güçlerin oyuncağı haline gelmesiyle karşılaşmış durumdayız. Tepkici grup organize olmuştur ve Ergenekon davaları, bu olayın da bir sonucudur.
Bu gelişmelerin en trajikomik yanı, oyunun taraflarının yer değiştirmesi. Eskiden başörtücüler, kürtler, fetöcüler filan tepkici gruplar iken, yeni tepkiciler artık entellektüeller. Üstelik, Türkiye’de ya da İngiltere’de ya da ABD’de öylesine hazırlıksız yakalandılar ki... (bön mü desek?)
Örnek Türkiye’de, son 10-15 yılımız “Tepki” ile geçti. “aaaaa kadınlar için şöyle dedi”, “bbbb heykele böyle dedi”, “ccccc Gezi Parkında şunu yaptı” diye bakarken, arka planda herşey değiştirildi.
Çünkü bir yandan tepkilerle oynanırken, “tuhaf söylemlerle alay eden” bir toplum nedeniyle tepkilerin içi de boşaldı. Sonuç olarak biz “cambaza bak” modundayız.
Muhalefet partilerinden bahsetmiyorum. Çünkü cambaza bakan bizler onu da göremedik. TBMM’de ülkenin iyiliği için çalışan çok sayıda insan olduğundan son derece şüpheliyim. Sadece bazı istisnalar olduğunu düşünüyorum. Son 50-60 yılda siyasetin kalitesi düştü. Çünkü artık söz konusu olan devlet terbiyesini bilen filan değil, Ankara’nın saadet zincirinin sürmesi. Yani köyünden çıkıp, bilmemne partisinin yerel delegesi sayesinde devlete kapağı atmış, biraz akıllı ise yükselerek daire başkanı, müsteşar vs olup, oradan da pat diye bilmemne partisine katılmış kişiler. İdeolojileri, “acaba hangi yönetim kurulunu kaparım” ile sınırlı. Partilerin yapılanması da müsait ama, bu yapılanma ile gelen milletvekillerinin önceleri “emredersiniz müdürüm” olan cümlesi, sonrasında “emredersiniz genel başkanım”a dönüşmüş durumda. Ülkenin iyiliğini düşünür mü? Buna siz cevap verin (tabi ki istisnalar var).
Eskiden orta öğretimde “Yurttaşlık Bilgisi” diye bir ders vardı. Bu derste öğretilenler kimin aklında kaldı bilmiyoruz ama hepimizin bu ülkenin yurttaşı olarak yerine getirmesi gereken görevler var.
Bugün bunları bilen fazla insan olduğunu sanmıyorum. Eğer farkında olsaydık, bölgemizin milletvekillerinin neler yaptığını takip eder ve sorgulardık. Farkında olsaydık, vergilerin nasıl harcandağını takip eder, uzaktan bakmazdık. Ya da “köprü yaptık”, “metro yaptık” denildiğinde, kaç paraya çıktığını sorgulardık.
Bizi yöneten milletvekillerini biz seçmiyoruz. Seçenler kendi liderleri. Onların seçtiklerini biz parti seçerek onaylıyor durumundayız. O nedenle de bize aldırmıyorlar. Ama takip ediyor olsaydık, daha dikkatli olacaklardı. Çünkü liderleri de sonuçta tepki gösterilen insanları seçmek istemeyecekti. Parti şemsiyesi altında yaptıklarını kimse farkında olmadığı için bu durumdayız.
Sonuçta entellektüeller rahatları yerinde olduğu için durumu analiz etmek yerine, sosyal medyadan tweet atmakla yetiniyorlar. Oysa durum ciddi stratejiler geliştirilmesi gereken bir dönem. Bunun illa “sokaklara çıkmak” olması bile gerekmiyor. “Doğruluk Payı” ve “Oy ve Ötesi” gibi insiyatifler oluşturmak, milletvekillerinin çalışmalarını bireysel bazda incelemek, ne kadar kanun, yönetmelik, soru önergesi verdiklerine ve bölgelerine ne yararları olduğuna yakından bakmak lazım.
Bundan sonrasında, bizleri temsil etmeyen partileri bir kenara itip, ortak bir alanda, farklılıkları ve saçmalıkları bir kenara atıp, strateji geliştirmek gerekli.
Çünkü bizi dinleyen yok. Ankara’da bir kurtlar masası kurulmuş. Bu masada bir şeyler paylaşılıyor. Biz bugüne kadar ilgilenmedik. Ama artık ilgilenmek zorundayız çünkü hayatlarımızı doğrudan etkileyecek düzeye geldi. Siyaseten değilse bile ekonomik açıdan. Bugün Türk Telekom, THY, Tekel gibi firmaların geldiği noktayı, köprülerin, metroların, yolların aşırı pahalı fiyatlarını ödeyecek olan bizleriz.
Bugünlerin popüler kitabı “Sapiens” bize, tarih öncesinde 6 kadar insan ırkı olduğunu anlatır. Bunlardan örneğin Neandertallar, Homo Sapiens’den daha güçlü ve dayanıklı olduğu halde, bugüne sadece Homo Sapiens’ler gelmiştir. Yazar tarihçi Harari bunun nedenini, Sapien’lerin hikaye yaratabilme yeteneği olması ile açıklıyor.
Bu doğruysa, bizim de bir hikaye yaratmamız lazım. Artık ekonomide ve ülke yönetiminde yapılan uygulamaları halka anlatmanın yolunu bulmalıyız. Gazetelerin ve muhalefet partilerinin bunları çeşitli nedenlerle yerine getiremediği görülüyor. Eğer ülkemizin geleceğini düşünüyorsak (Trump’ın, Brexit’in dünyasında kaçacak yer de yok artık), bunları en ücra köşelere kadar anlatmayı başarabilmek lazım. İş başa düştü.
Aşağıda Our Brand Is Crisis filminden bir bölüm var:
[1] The real story of “Our Brand Is Crisis” is how we screwed up Bolivia: Behind the bland Sandra Bullock movie lies another strange-but-true tale of botched American meddling [2] Wikipedia : James Carville [3] Sun Tzu – Savaş Sanatı [4] How is mathematics necessary towards the decision making process? Case Study of Tesco [5] Matematik ve Bilim Bilmeyen Ergenler Kendi Hayatlarında Karar Vermekte Zorlanıyor [6] Newton's Third Law [7] Wag The Dog [8] Brexit eğitimsizlerin laneti mi?