Amerikalıların ve İngilizlerin geçmişine bakarsanız, bu insanların günlük tuttuklarını, her şeyi kaydettiklerini görürsünüz. Gelişmiş ülke olmak böyle bir şey. Yaşadıklarınızı kaydetmezseniz, ders alamazsınız ve yeniden aynı hataları yaşarsınız.
Kendimiz için sık sık kullandığımız bir ifade “balık hafızalıyız” olur. Bunun nedeni, pek çok olayda aynı hatalarla bir daha bir daha karşılaşmaktır. Merak ettiniz mi? Bu “balık hafızalılık” nereden kaynaklanıyor ve bugüne gelmemizde etkisi nedir? 2 mayısta Amerikalı gazeteci Charlie Rose’un programına Cornell Üniversitesi profesörlerinden "The American Spirit: Who We Are and What We Stand For (Amerikan Ruhu : Biz kimiz ve Neyi Savunuruz?)" isimli son kitabını anlatmak için Tarihçi David McCullough çıktı. Kendisi Amerika için Kongrenin dönem açılışında konuşma yapacak kadar saygın bir kişi olarak tanımlanıyor. McCullough’ın anlattıklarından benim anladığım şuydu; "Tarihi herkes yazmalıdır". Daha doğrusu "herkes kendi bakışı ile yaşadığı bir şeyleri kayda almalıdır". Bunların ortalamasından da tarih oluşur. Batı dünyasının çokca kullandığı "günlük"ler de bir anlamda bunun parçası. Çanakkale Savaşına bakın, bir çok olayı kendi tarihimizden değil, İngiliz, Avustralyalı ya da Yeni Zelandalı askerlerin günlüklerinden öğreniyoruz. McCulluogh tarihi herkesin farklı görebildiğini ama bunların analizi ile birşeylerin oluştuğunu belirtiyor. Sadece vatandaşlar için değil, başkan için de tarihin ne kadar önemli olduğunu Trump için kullandığı, “Tarih ve Biyografi okumayan başkan olamaz” eleştirisi ile ortaya koyuyor.
Batılıların neredeyse ortaçağdan bu yana herşeyi kaydettiklerini görüyoruz. Gelişmiş ülke olmak böyle bir şey. Yaşadıklarınızı kaydetmezseniz, ders alamazsınız ve yeniden aynı hataları yaşarsınız.
Çevremizde pek çok olay devamlı oluyor. Bunların herbirisi tarihi oluşturuyor. Bu olaylara bakış açımız, kendi kişiliğimiz, yaşadığımız çevre ya da inançlarımız çerçevesinde farklı farklı olabiliyor. Ama bunları kayda almak yerine, başkalarının yazdıklarından okumayı tercih ediyoruz. Daha doğrusu bunları illa “tarihçi” ya da “akademisyen” kişilerin yazabileceğini sanıyoruz. Sadece liderlerin değil, düz insanların da tarih okuması ve daha önemlisi yazması gerekli. Bu yazılanlar ortak bir bilinç oluşturacaktır. Öyle ki, birileri çıkıp “Resmi Tarih” diyemesin, kendi kendisine tarih uydurmasın. Herkesin birlikte yazdığı bir tarih oluşsun. Daha önemlisi, bu yazma olaylarının bazıları “analize” yönelecektir. İşte o zaman toplumun “balık hafıza” denilen sığlığı yokolabilir. O zaman mesela 1960, 71, 80 ve hatta 2016 darbelerinin neden olduğuna, hangi koşulların bunları yarattığına ve sonuçlarına daha yakından bakabiliriz. Bize sunulanın ötesine geçebiliriz. Bunun bir örneğini; bu ay içinde yaşadığımız Atatürk ve Afet İnan ile ilgili rezil bir TV programı sonrasında, Fatih Altaylı’nın TekeTek programına çıkan Mehmet Ali Öz’ün anlattıkları ışık vurdu. Emekli bir imam olan Öz, kendi başına ve emekli maaşı ile Sultangazi’den Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesine hergün nasıl gittiğini ve Atatürk’ün seceresini nasıl çıkarttığını anlattı.
94 yıldan bu yana gelen sürede Türkiye’deki tarihçilerin, ya da anlı şanlı Atatürkçü geçinenlerin yapamadığını emekli bir imam yapmış ve merak ettiği bir konuyu --kendi cebinden yol parası, emek ve zaman harcayarak-- derinlemesine araştırmış. Müthiş bir şey ve ders alınması gerekli. Sadece tarihçiler / akademisyenler için değil (hepsi adına çok esef verici bir olay), biz düz vatandaşlar için de.
Ülkenin uçak teknolojisi geliştiren bir geçmişten, "artık parça ürettik" diye sevinir hale gelmesi de "teknoloji tarihimizi" bilmiyor olmamızdan kaynaklanıyor. Daha düne kadar "Nuri Demirağ" adını da çok fazla bilmiyorduk, daha çok muhafazakarlar gündeme getiriyordu. Çünkü dönem itibariyle kendisini engelleyenler o dönemin üst yönetimiydi. Hepimiz ülkemizdeki olayları anlamaya çalışır ve spekülasyonla değil, Twitter/Facebook/Wikipedia/Ekşi Sözlük ile değil ama belgeleri arayarak ve anlamaya çalışarak bir şeylerin ucundan tutarak, ülkenin fikir ayrılıkları daha anlamlı ve tabanı olan bir düzeye oturur, ayrılık yerine verimlilik yaratır. Ancak bu kaynaklara bakmamayı da kastetmiyoruz. Sonuçta, farklı kaynaklardan ulaşılacak bilgiler içinden elde edilecek kırıntıların bize ışık olabileceği, tarihi araştırmada bazen "anahtar kelime" olabileceğini de göz ardı etmemekte fayda vardır. Facebook, Twitter, Wikipedia ve Ekşi Sözlük gibi Sosyal Medya araçlarına bu gözle bakarsak tarihin derinlerine dalmada sadece bir araç elde etmiş oluruz. Tabii olayların farklı kaynaklardan neden değişik şekillerde yansıtıldığını bulmak istiyor ve bunun tarih algımıza etkisini keşfetmek istiyorsak. Bazen manipülasyon için verilen bilgiler bile --bize olayın nereye yönlendirmeye çalışıldığını gösterdiği için-- yararlı olabilir. Son 10-15 yılda, laik kesim adına konuştuğunu belirten pek çok kişinin, fikirlerinin sığ kaldığını ve güya savunmakta olduğu şeyleri savunmak yerine ters tepki yarattığını düşündüğüm pek çok zaman oldu. Bu nedenle ortaya fırlayan birilerine bırakmayarak, toplumun kendi kendisini eğitmesinin, yazıp, çizip, tartışmasının ve konsensusa varmaya çalışmasının zamanıdır. Çünkü herkesin üzerinde fikir birliğine vardığı bir konu; dünya barışı açısından tehlikeli günlerin gelmekte olduğu ve Türkiye'nin de belli oranda tehlikenin ortasında olduğudur.
Son 5-10 yıldır, ülkenin aydın kesiminde büyük bir umutsuzluk var. Gitmekten bahsedenler yanında, “umudum bitti” diyenler bir hayli fazla. Oysa ben tersini söyleyebilirim. Zaman “umutsuz olma” zamanı değildir, tam tersine herşeyin ne kadar da hatalı olduğunu ve bu hataların nelere yol açtığını görebildiğimiz, farkındalığın arttığı bir dönemdir. Dolayısıyla tam tersine, herşeyi düzeltmek için çalışmanın tam zamanıdır.. Zaten umutsuzluk "aydınların" kendi düşüncelerinin toplum tarafından kabul edilmemesi ve bunun verdiği rahatsızlık mı yoksa "evrensel hukuk ve değerler" anlamında ülkemizin içine girdiği girdap mı diye de düşünmek lazım? Eskiden de var olan, bugün de devam eden bu girdabın, kim gelirse gelsin değişmeyeceğine olan inancın benlikleri kapsaması, "baştan kaybetmek" değil midir? Ülkeyi terkedenlerin bir kısmı, aydınlığından değil, kendi düşünce sisteminin ülkede şekil bulmamasından rahatsızlar. Yani otoriterlik açısından çok da farklı değiller. Kazara düşüncelerinin tersine bir şey söylendiğinde, sözlerinizi anlamaya çalışmak yerine, kestirip atıyorlar ; "Sende mi?". Belki de sorun; “nereden başlayacağını bilmemek” ile ilgili. Kimileri 1980 darbesini adresler ve hatta 80 sonrası gençlerinin politikayla ilgisinin o dönemde kesildiğinden bahseder ama bunun doğru olmadığını kendi yaşamımdan ötürü biliyorum. “Y nesli” diye adlandırılan 80 sonrası gençliği tüm dünyada siyasetle ilişkisi zayıf bir nesil. Belki bunun en önemli nedeni, bu neslin “kendine dönük” olmasıdır. Yani kendi beğeni ve zevkleri ile uğraşan bu neslin, ortalama vatandaşla uğraşmak zorunda olunan siyasete vakit ayırmaması doğaldır belki. Bunu sosyologların tanımlaması lazım. Ülkemiz için konuşursak, politika ilgisinin zayıf olmasının bir nedeni, belki başkentin Ankara olmasındadır ama daha çok belki Osmanlı zamanına kadar da uzatabileceğimiz bir “korku” ortamı mevcut. Bütün bu darbeler, Sansaryan Han, Ziverbey Köşkü gibi hikayeler insanları konuşmaktan, yazmaktan ve siyasetten uzak tutmuş durumda. Ama konuşmayıp, yazmayıp, siyasetten uzak kaldıkça, bu alanı “amaçlı”, örneğin dindarları ya da tam tersine laikleri kullanan ve tepkiler yaratarak siyaset yapanlara bırakıyor durumundayız. Gidenler için şunu soralım; “nereye gidiyorsunuz, oralar daha mı mutlu, güvenli, rahat?”. Kalıp, bozulan düzeni yeniden oluşturmak için bir şeyler yapmak lazım. Birileri belki bugünün olaylarını kayda almalı, diğerleri kendilerini ilgilendiren alanlardaki hataları ve nasıl düzeltileceğini yazmalı, diğer bazıları ise, "tepki ile gündem yaratma" operasyonlarına karşı gündem oluşturmalı. Sonuç olarak herkesin Twitter/Facebook/Wikipedia/Ekşi Sözlük aktivistliğinin ötesine geçip, aynen "Oy ve Ötesi" benzeri bir şeyler yapmaya başlamasının zamanıdır. Sıradan insanların kahvehanelerde, kendisini okumuş kabul edenlerin ise kafelerde ayıracakları vaktin bir kısmını "gerçek anlamda bir şey yapmaya" ayırmaları durumunda, rüzgarla bir oraya bir buraya savrulmak yerine gelecek hepimiz için umudun kendisi olacaktır. Bugün attığımız adımlar yarın bizleri daha da ileriye taşıyacaktır. Tek yapmamız ise parmaklarımızı bizi tüketici yapan ekranlardan uzaklaştırmak, kafelerde biraz daha az zaman harcayıp çevremizdeki yetişmiş insan gücü içinde gerçek çalışmalar içine girmektir. Artık hazıra konmayı bırakıp, çalışmanın, ülke için üretmenin zamanıdır.