Yanlış anımsamıyorsam, çeşitli rütbelerden otuz sekiz subayın oluşturduğu Milli Birlik Komitesi (MBK), içlerinde ünlü hukukçu hocalarımızın da yer aldığı geniş bir danışmanlar grubunun desteği ile ülke yönetimine yerleşmiş ve Taksim'in orta yerine kocaman bir süngü heykeli dikmişti. Gerçi üst üste yığılmış kayalardan oluşan bir tümseğin tepesinden göğe yükselen süngünün etrafına yeşil yapraklarıyla barışı simgeleyen bir defne dalı sarılıydı ama yine de yakınından geçerken insanın içi biraz ürperiyordu. Bizim grubun "eski tüfek" abi ve ablaları arasında bu olup bitenler konusunda ilk derli toplu değerlendirmeyi, o sıralar Naci Ormanlar'ın Perşembe Pazarı'ndaki iş yerinde çalışan Müntekim Abi'den (Müntekim Ökmen) dinlemiştim. Söyledikleri aşağı yukarı şöyle bir şeydi: "Bu bizim orduda ta İttihat Terakki'ye, hatta daha öncelerine uzanan eski bir gelenektir. İyi şeyler yapmak isterler ama çoğu zaman onların anladığı iyi şeyler memleket gerçekleriyle bağdaşmaz. Sınıf temelli bir tercihleri yoktur ve damardan antikomünisttirler. Yine de birkaç köklü demokratik reform yapıp iktidarı sivillere bıraksalar yeter. Korkarım sonunda dönüp dolaşıp milliyetçilikte karar kılacaklar."
O sıralarda "Milli Demokratik Devrim" tezi henüz yaygın bir tartışma konusu haline gelmemişti. Ordunun geleneksel lȃik ve antiemperyalist çizgisi, güven duymak için yetiyordu. Siyasete ilgi duyan öğrenci gençlik uzun boylu teorik değerlendirmeye ihtiyaç duymadan 27 Mayıs'ı "devrim" olarak benimsemişti. Eski kuşaktan ilk onay, Türkiye'nin yaşayan en kıdemli komünist teorisyeni ve aktivisti Dr. Hikmet Kıvılcımlı'dan gelmiş, hemen ertesi günü, o sıralarda başkanı olduğu Vatan Partisi adına, 27 Mayıs hareketinin lideri General Cemal Gürsel'e bir destek telgrafı çektiği duyulmuştu. Daha sonra Kıvılcımlı'nın yazdığı "27 Mayıs'ın ve Yön Hareketinin Sınıfsal Analizi" adlı kitapta yer alan telgrafın metni şuydu :
"Tarihimizde daima kuvvetle çarpan kalbimizin; yiğit ordumuzun kötülüğe başkaldırısını selamlarım. İkinci Kuvvayı Milliye Gazanız kutlu olsun. Gerçek demokraside Allah yanıltmasın."(Sosyal İnsan Yayınları, İstanbul 2008)
Bu telgrafı birbiri arkasına gönderdiği iki mektup izler. Dr. Kıvılcımlı bu mektuplarda MBK'ya, "Atatürk'ün 'Hürriyet-İtilaf' ve 'İttihat Terakki' fırkalarını bir yana bırakıp, 'Halk Fırkası'nı kurması gibi siz de '2. Kuva-yi Milliye Partisi'ni kurun ve 'toprak reformunu', 'ağır sanayi hamlesini' gerçekleştirerek, 'halkçılık programını' hayata geçirin" diye seslenir.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı bununla da kalmaz. Hızla bir anayasa taslağı kaleme alır, bir kitapçık halinde bastırır ve haziran ayı ortalarında MBK üyelerine ulaştırır. Kitapçığın üzerinde kendisinin değil, Vatan Partisi aktivistlerinden yardımcısı Suat Şükrü Kundakçı'nın imzası vardır. Çünkü o sırada Ankara'da yedek subay olarak askerlik görevini yapan Suat Şükrü Kundakçı, askerî üniformasını giyerek anayasa kitapçığını mecliste toplantı halindeki otuz sekiz MBK üyesinin her birine kolaylıkla dağıtabilecektir.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın telgraflarının, mektuplarının ve özel çaba harcayarak üyelerine tek tek ulaştırmayı başardığı anayasa önerisinin MBK'nin siyasi tercihleri üzerinde ne oranda etkili olduğunu bilemeyiz ama Kıvılcımlı'nın hayal ettiği "halkçı" bir "Kuva-yı Milliye Partisi" kurmadıkları açık. MBK içinde nispeten homojen bir grup oluşturan ve daha sonra yurt dışına gönderilen Albay Türkeş ve adamları ise, hiçbir zaman geniş halk desteğine sahip olmasalar da, "milliyetçi-ülkücü" ideolojileri ile her dönemde "derin devlet"te söz sahibi oldular. Siyasi İslam'ın güçlenmeye başladığı sonraki yıllarda o cenahın yedek vurucu gücü ve tetikçisi işlevini yüklendiler. Sürekli gerilimden beslenen İslamcı-milliyetçi oligarşinin, iyi kötü işleyen 150 yıllık parlamenter demokrasiyi adım adım otoriter tek adam yönetimine dönüştürdüğünü gördükçe daha ilk günlerde bizi uyaran Müntekim Abi'yi saygı ve sevgiyle anıyorum.
Geniş öğrenci kitlesi tarafından "27 Mayıs Devrimi" adının tescil edildiği, ordu-gençlik ilişkilerinin zirveye çıktığı ilk günlerde MBK'nin bizlerden istediği bir gönül alma ziyaretini hiç unutamayacağım. Heybeliada'daki Deniz Harp Okulu öğrencilerinin, sivil üniversite öğrencilerinin düzenlediği eylemlere davet edilmedikleri (?), ve Ankara'daki Kara Harp Okulu öğrencileri gibi Kızılay gösterileriyle 26-27 Mayıs askerî hareketine katılamadıkları için toplu depresyona girdikleri söyleniyordu. Bu yüzden, bizlerin Deniz Harp Okulu'nu ziyaret ederek öğrencileri teselli etmemiz isteniyordu. Öğrencilere tahsis edilen bir Şehir Hatları vapuru ile büyük bir öğrenci grubu halinde Heybeliada'daki Deniz Harp Okulu'nu ziyaret ettiğimizi, yemekhanede onlarla birlikte oturduğumuzu, bazı öğrencilerin ağlaşarak kucaklaştıklarını anımsıyorum. Onlara teselli babında neler söylemiştik acaba? Mesela "Merak etmeyin, bir daha devrim yaparken sizi de davet ederiz" gibi vaatlerde mi bulunmuştuk, hiç anımsamıyorum.
Deniz Harp Okulu ziyaretini izleyen günlerde, AP iktidarı dönemindeki tüm siyasi tutuklular serbest bırakılırken aynı dönemde tutuklanan 49 Kürt öğrencinin zindanda tutulduğu, Doğu ve Güneydoğu'dan toplanan ileri gelen Kürt ailelerine mensup, aralarında 14-15 yaşlarında çocukların da bulunduğu, 400-500 kişinin Sivas'ta bir askeri kampa kapatıldıkları duyulmuştu. Basında yer almış mıydı anımsamıyorum ama söylentiye göre güya Şeyh Said ailesinden birileri, Menderes'i kurtarmak ve bir Kürt devleti kurmak üzere Kürt aşiretlerini örgütlemeye çalışmıştı.
O günlerde ne CHP'ye yakın gençler arasında ne de sol sosyal demokrat olarak tanınan arkadaş grubu içinde, bu konunun enine boyuna tartışıldığını anımsamıyorum. Bizim küçük sosyalist çevre içinde çoğumuz, bunun tipik bir geleneksel Türk devlet refleksi olduğunun, devletin hep bir "Kürt isyanı" tedirginliği içinde aklına estikçe, kendince tehlikeli gördüğü Kürt ileri gelenlerini tutukladığının farkındaydık. Aylar sonra Sivas'ta tutulanlar arasında 40-50 Kürt ileri geleninin ayıklanarak çeşitli kentlere sürgün edildiğini, geri kalanların serbest bırakıldığını öğrenecektik. Sürgüne gönderilenler ise ancak 1963'te kurulan 3. İnönü Hükümeti sırasında, koalisyon ortağı Yeni Türkiye Partisi'nin dayatmasıyla memleketlerine dönebileceklerdi.
27 Mayıs'ı destekleyen geniş öğrenci kitlesi için olmasa bile, bizim sosyalist grup içinde, o ilk günlerin "devrim" heyecanı yerini yavaş yavaş "darbe" tedirginliğine bırakmıştı. Yıllar sonra, aynı dönemde Sivas kampına getirilen Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nde (CKMP) siyaset yapan Faik Bucak'ın oğlu eski HAK-PAR Genel Başkanı Sertaç Bucak olayı şu şekilde özetlemiştir:
"Sivas Kampı ve 55'ler olayı preventiv (önleyici) devlet politikasının bir tezahürüdür. Kürtlere yönelik 'güvenlik boyutlu' geleneksel siyasetin bir parçasıdır. Zulümdür. Bu sürgünleri haklı göstermek için her türlü yalan ve şiddete başvurulmuştur… Sürgünden döndükten iki yıl sonra Faik Bucak ve arkadaşları 1938 Dersim isyanından 27 yıl sonra illegal Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi'ni kurarak, siyaseten ayrı örgütlenmenin ilk adımlarını attı ve partinin Genel Başkanlığına getirildi. Babamızın şahadetinden (5 Temmuz 1966) sonra bu gerçeği, annemize hitaben yazılan Molla Mustafa Barzani imzalı başsağlığı mektubundan öğrendik. Sivas Kampı ve ondan sonra başlayan sürgünlük dönemi ile birlikte, Dersim sonrası Kürtlerin siyaseten ayrı örgütlenmeye başlamasında 27 Mayıs askerî darbesi hızlandırıcı bir rol oynamıştır. Dedem (Hasan Bucak) Kırklareli'nde sürgünde iken yaşlılığı göz önüne alınarak kışın karakolda konuk edilmiş. Polislere 'Bize Abdülhamit'ten beri hep sopa atıyorlar. Kim gelse ilk işi bizi sürgüne gönderip sopa atmak oluyor!' dermiş. Oradaki polis memuru hüzünle bunu halama anlatmış. Gerçekten de öyle oldu. 1960 dahil sürgün müdavimi idik. Yegâne suçumuz Kürt olmaktı."( Nevzat Çiçek. 27 Mayıs'ın Öteki Yüzü. Sivas Kampı. Lagin Yayınları 2013)