Aşağı yukarı aynı döneme rastlayan öğrencilik yıllarında üniversiteli sosyalistler olarak sayımız o kadar azdı ki, tanışmamış da olsak birbirimizi az çok bilirdik. Türkiye İşçi Partisi (TİP) yıllarında, bir sonraki 68 kuşağıyla hemhal olurken, o Ankara ben İstanbul takımında kendimizce siyaset yapıyorduk. 1974'de Ahmet'in genel başkanı olacağı Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) kurulurken, Ankara- İstanbul arasında mekik dokuyan Yalçın Yusufoğlu, bizden önceki kuşaktan "eski tüfek" bir arkadaşıyla birlikte Cihangir'de beni ziyarete gelmiş, kurucular arasında yer almamı istemişti. Doçentlik sınavına hazırlandığım o günlerde böyle ciddi bir sorumluluğu yüklenemeyeceğimi belirtirken, ikinci TİP'in kurucuları olan Behice Boran ve arkadaşları hapisteyken, yeni bir sosyalist parti kurmanın en azından acelecilik olduğunu vurguladığımı anımsıyorum.
1970'lerin sonlarına doğru yemekli ev toplantılarında Ahmet'le yakınlaşmıştık. İyi yetişmiş bir "yüksek mühendis" olarak iş hayatına atılmışken, parlak kariyerini bir yana bırakmış birkaç dostuyla birlikte kurdukları yoksullar partisinin başkanlığını tercih etmişti. Bunu bir övgü olarak söylemiyorum. Zamanın ruhu o dönemin sosyalist kuşakları için başka türlüsüne izin vermezdi. Giyim kuşamında, bizim sosyalistler içinde çok sık rastlanmayan, abartısız ve mütevazı bir titizliği, zarafeti vardı. Sanatın her dalına ilgi duyar Michelangelo'nun Sistina Şapel'in tavanındaki "Adem'in Yaratılışı" tablosunu anlatırken gözleri dolardı.
Popüler olmuş Fransız klasiklerini ve Tolstoy'u biraz sıradan bulur, Dostoyevski'ye derin bir hayranlık duyardı. Erkek erkeğe muhabbetten hazzetmez, kadınsız toplantılardan sıkılırdı. Partili arkadaşlarının anlattıklarına göre burnu havada bir genel başkan değildi ama pek mütevazı da sayılmazdı. Lafını esirgemeyen sonuna kadar dürüst bir insandı. Gündelik eş dost muhabbetlerinde bile, dikkatini çeken bilgi eksikliklerini ya da yanlışları, muhatabına göre tatlı sertten azarlamaya kadar varan bir üslupla anında insanların yüzüne vururdu. Denk gelmişse, iki eli kanda olsa televizyonda olimpiyatları izlemeyi ihmal etmez, rekor kıran ünlü sporcuları isim isim bilirdi.
Bütün bu meziyetlerini ve özelliklerini partili arkadaşları uzun uzun yazdılar. Ben, onunla birlikte Sovyetler Birliği'nin çöküşüne yerinde tanıklık ettiğimiz günlere dair insan manzaralarından ve Ahmet Kaçmaz'ın son yıllardaki inziva döneminden söz edeceğim.
Katılanların sayısı giderek azalsa da, "Kuruçeşme toplantıları"nı anımsayanlar vardır. 1980'li yılların sonuna doğru, az çok kıdemli bir grup sosyalistin(*) çağrısıyla İstanbul Kuruçeşme'deki Mülkiyeliler lokalinde, sosyalist solu birleştirmek amacıyla maraton toplantılar yapıyorduk. Biz neredeyse bir yıl süren bu yorucu toplantılarda çene yarıştırırken, Ekim Devrimi'nin ürünü Sovyet Bloku çatırdamaya başlamıştı. O günlerde, Moskova'daki Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin okulunda, henüz adı konmamış yapısal değişiklikler konusunda çeşitli ülkelerin sosyalist temsilcilerine bilgi vermek ya da günah çıkarmak üzere bir dizi toplantı düzenlenmişti.
Toplantıların hangi ilişkiler zemininde hazırlandığını, katılımcıların nasıl saptandığını bilmiyordum ama Sovyetlerde olup bitenleri dehşetli merak ediyordum. Bu yüzden, o günlerde TSİP'li arkadaşlar üzerinden gelen çağrıyı ikiletmeden kabul etmiştim. Anımsadığım kadarıyla Türkiye'den başka katılan yoktu. Geri kalanların hepsi Avrupa'nın çeşitli kentlerinde uzun süredir bir tür siyasi sürgün hayatı yaşayan arkadaşlardı. Yurtdışına çıkış yasağımın kaldırılmasından sonra bu fırsattan yararlanarak önce oğlum Kerem'i görmek için Norveç'e gidecek, orada iki üç gün kaldıktan sonra diğer arkadaşlarla buluşup Moskova'ya uçmak üzere Frankfurt'a gelecektim. Kerem 20, ben 50 yaşına girmek üzereydik.
Üç gün boyunca, hem insanı dünyadan soyutlayan, fazlasıyla sakin kuzeyin dinginliğini yeniden tatmış, hem de hasret gidermiştim. Frankfurt havaalanında beni Aydın Engin karşılamıştı. Aydın uzun süredir Frankfurt'ta taksi şoförlüğü, eski arkadaşım Oya Baydar öğretmenlik yapıyordu. Orhan Silier, Yalçın Yusufoğlu ve Ahmet Kaçmaz da siyasi sürgün olarak yaşadıkları kentlerden Frankfurt'a yeni gelmişlerdi. Bütün gece Türkiyeli sosyalistler olarak, Sovyetler Birliği'nde ve Türkiye'de olup bitenleri konuşmuştuk. Hepimiz uzun süreden beri Sovyetlerin sosyalizmden adım adım uzaklaştığı konusunda benzer endişeler içindeydik ama TSİP-TİP-TKP birleşme sürecini daha yakından yaşayan arkadaşlar daha da endişeliydiler. Kuruçeşme'de uzun zamandır devam eden birlik tartışmalarının beklenen ölçüde bir heyecan yaratmaması ve kurulmakta olan Sosyalist Birlik Partisi'nin (SBP) yeteri kadar kapsayıcı olmaması ise hepimiz için yeni bir düş kırıklığı olmuştu.
Ertesi gün diğer arkadaşlarla buluşup hep beraber Moskova'ya uçmuştuk. Grubumuz yaklaşık 10-12 kişiydi. Ne yazık ki bir süre önce aramızdan ayrılan Bülent Uluer'le, halen yurtdışında yaşayan Mahir Sayın ve daha önceden geldiği için bir tür ev sahibi rolündeki TKP'li Veysi Sarısözen'in dışında, isimleri anımsamıyorum ama çoğu Dev-Genç'ten türemiş gençlik hareketlerinin hayatta kalan ve Avrupa'da yaşamakta olan eski militanlarıydı. Bizden önce Sadun Aren'in de içinde yer aldığı başka bir grubun benzer toplantılara katılmak için Moskova'ya geldiğini orada öğrenmiştik.
Bizi bu tür toplantıların yapıldığı parti okulu ya da misafirhanesi diye bilinen bir binaya yerleştirmişlerdi. Aynı mekân içinde başka ülkelerden gelen delegasyonlar da vardı. Sovyet resmi ideolojisinin taşıyıcıları olan teorisyenler tarafından bütün gün boyu devam eden konferanslar küçük dershanelerde veriliyor, bir çevirmen konuşulanları Türkçe'ye aktarıyordu. Konferans verenler parti okulunun siyaset bilimi, ekonomi, felsefe, sosyoloji hocalarıydı. Bir iki istisna dışında, genel olarak yasak savma tadındaki konuşmalarda, global kapitalizmle bir şekilde entegre olma telaşı içindeki rejimin, komünizme büsbütün veda etmediği, hayli mahcup bir üslupla anlatılmaya çalışılıyordu.
Verilen örnekler arasında en çarpıcı olanlardan biri, kapitalist ülkelerdeki çok ortaklı anonim şirketlerin hisse senetleri yoluyla mülkiyeti yaygınlaştırdıklarını, bu sayede, bir anlamda üretim araçlarının mülkiyetini toplumsallaştırmış oldukları, böylece bu mülkiyet modelinin son tahlilde komünizmin varmak istediği hedefle buluştuğu varsayımıydı.
Önceleri bu tür akıl yürütmelere karşı itirazlar dile getirirken, bir süre sonra çoğumuz sıkılmaya başlamıştık. Ahmet Kaçmaz bir süredir yakındığı görme bozukluğu nedeniyle konferanslardan kaçıp, o dönemde Batı'da da adını duyurmuş bir tıp merkezine gidiyordu. Bense sıkılsam da konuşmaları dinliyor ve her fırsat bulduğumda kendimi sokağa atıp, elimde fotoğraf makinası, bu büyük dönüşüm girdabı içindeki insan manzaralarını izliyordum. Dil engelini aşabildiğim herkesle konuşmaya, sokakları meydanları dolduran halkın arasına girip anlamadığım konuşmalardan mana çıkarmaya çalışıyordum. Kimi zaman Ahmet bana eşlik ediyor, bu çöküşe benden önce tanıklık etmiş olmanın deneyimlerini paylaşıyordu.
Sokak köşelerinde kimi zaman saçı sakalı birbirine karışmış, yarı meczup bir rahibin, kimi zaman bıçkın bir genç siyasetçinin etrafında öbek öbek toplanan, her yaştan ve sosyal seviyeden insanlar, çözülen, dağılan bir düzenin enkazı üzerine tartışıyor, ya da yeni açıldığı anlaşılan McDonald's hamburger, kola, dondurma salonlarının önünde, sokak boyunca uzayıp giden kuyruklarda bekleşiyordu. İçkiden, uyuşturucudan sızıp uyuyanlar, sağa sola sataşanlar, resmi giysili sarhoş polisler, boş mağaza vitrinlerine bakıp bağırıp çağıranlar, adım başı karşılaşılan manzaralardandı.
Sovyet rejiminin açıkça kimlik değiştirme sürecine girmesinden hemen önceki Brejnev döneminde, yani 1979 sonlarında, Ahmet Kaçmaz'ın eşi Gültin'in düzenlediği bir gezide, kalabalık bir grup halinde, Moskova, Leningrad ve Kiev'i ziyaret etmiştik. Sovyet sosyalizminden çoktan ümidi kesmiş olmama karşın, bu gezi sırasında karşılaştığım toplumsal çöküşün izleri sayılabilecek insan manzaraları beni ve bazı arkadaşları hüzünlendirmişti. Moskova'nın görkemli Kızıl Meydan'ı, Lenin'in mozolesi, Kremlin yerli yerindeydi ama karşılaştığımız insanların yorgun, mutsuz ve umutsuz yüzleri, kaldığımız otel lobilerinde turist avlamaya çalışan her yaştan kadınlar, kadın satıcıları, resmi kurun iki üç mislini veren kaçak dolar torbacıları, Kızıl Meydan'da, bugünkü AVM'lerin o dönemdeki prototipleri olan ve dolarla alışveriş edilen devlet mağazalarındaki astragan kalpaklı yüksek bürokratlarla, kürk mantolu şık eşleri keder vericiydi.
Moskova yine de her sokak köşesinde, Rus edebiyatının aşina kimliklerinin adlarını taşıyan müzeleri, rejimin sıkıcılığını kafaya takmayan sokak ressamlarının, derbeder şairlerin mekanı Arbat Sokağı, Stalin döneminde kim bilir ne güçlüklere katlanarak inşa edilmiş nehir setleri, kanallar, ABD ile rekabet uğruna halkın temel ihtiyaçlarından kısarak gerçekleştirilen uzay çalışmalarının simgesi Yuri Gagarin anısına dikilen kozmonot anıtı ile, çocukluğumu ve gençliğimi şekillendiren yönelimlerin, anıların izlerini taşıyordu. Lenin mozolesinde hâlâ ziyaretçi kuyruğu vardı ama çoğunluğunu yabancı turistler oluşturuyordu. Mumyanın kendisi bende tuhaf donuk bir yabancılaşma hissi uyandırmıştı. Sovyet sosyalizminin itibar kaybına rağmen Lenin'i bundan sorumlu tutanlar sayılıydı. Bürokrasinin ve kitleden kopuşun "Leninist Parti" modeliyle başladığını ileri süren Mehmet Ali Aybar bile, asıl olumsuz dönüşümün Stalin döneminde belirgin hale geldiğini kabul ediyordu. Benim için ise, o hâlâ dürüst ve samimi bir devrimciydi. Büyük kardeşinin, Çar'a suikast düzenlemekten suçlu bulunarak idam edilmesinin ve Ekim Devrimi'nin hemen arkasından uğradığı suikast girişiminin (1918) onu katılaştırdığını düşünüyordum.
1979'daki Sovyetler Birliği ziyareti esas olarak turistik amaçlı bir geziydi. Dönüşte bir problem çıkması söz konusu değildi. 1989'daki gidişimizin dönüşünde ise bir müddet endişe içinde ‘sorgu-sual' için savcılıktan çağrı gelecek mi diye beklemiştim. Zira TCK 141-142 hâlâ yürürlükteydi. Geçmişte cezaevini boylamak için bu kadarı yeter de artardı bile. Sorgu sual için gelen giden olmayınca o tarihi dönemde her anlamda çürümekte olan Sovyetler Birliği'nden edindiğim izlenimleri Görüş dergisine yazmıştım (Görüş, Ağustos-Ekim 1990). Yine gelen giden olmamıştı. Besbelli ki komünizm artık tehlike olmaktan çıkmış, daha doğrusu, Sovyetler'deki dönüşümün komünizmle artık bir ilişkisi kalmadığını bizimkiler bile anlamıştı.
Ahmet ve Gültin yurtdışındaki sürgün hayatından Türkiye'ye döndükten bir süre sonra Bodrum Akyarlar'a yerleştiler ve insan kalabalıklarından mümkün olduğu kadar uzak durmaya başladılar O dönemde, Samoa yerlilerinin, doğa ile kucak kucağa geçmiş anaerkil toplum düzeni üzerine tutkuyla söz ederlerdi. Oturdukları ev doğanın ortasında değildi ama, özellikle Gültin, hemen arkalarındaki tepeye tırmanır oradan güneşin doğuşunu ve batışını neredeyse tapınarak selamlamayı adet edinmiş, bunu bir tür ritüel haline getirmişti. Yaz aylarında Bodrum kalabalıklaşınca İstanbul'a kısa bir süre için uğrar, Avrupa'da iyi bildikleri tenha yerlere sığınırlardı. Genellikle sonbaharda, kısa tatiller sırasında güney Ege'ye indiğimiz yıllarda, arabayla onlara uğrar, ya birlikte mavi yolculuk yapar, ya da karadan kıyıları dolaşırdık. 2000'li yılların başından itibaren, biz Assos'tan aşağı inmez olunca, buluşmalarımız giderek seyrekleşti. Araya yaşlılık ve sağlık sorunları girdi ve haliyle onların inziva hayatı derinleşti. Bu dönemde, Ahmet'in, benim çok iyi anladığım ve yargıdan muaf tuttuğum ruh hali onu her türlü kirlenmenin sorumlusu olarak gördüğü insan soyuna karşı duygusal bir kopuşa sürüklemiş, bu hali kimi eski dostlarını ondan uzaklaştırmıştı. Bu yüzden bana göre Ahmet, aslında hak etmediği bir yalnızlık içinde, insanlığa küskün bir zarafetle, 26 Nisan 2021 günü sonsuz inzivaya çekildi.
(*) - (Çağatay Anadol, Halil Berktay, Korkut Boratav, Oral Çalışlar, Metin Çulhaoğlu, Necmi Demir, Gençay Gürsoy, Saim Koç, Ertuğrul Kürkçü, Celal Polat, Sezai Sarıoğlu, Nail Satlı- gan, Mehmet Emin Sert, İskender Savaşır, Gülnur Savran, Sungur Savra, Saruhan Oluç, Şadi Ozansu)